28 Ara 2012
what the hell is going on?!
Sabah kalkıp da gecenin bir yarısı düzleştirdiğim saçlarımın bozulmuş olduğunu görmem ve çantamı hazırlarken 'hırkamı unutmiyim, hırkamı unutmiyim' diye söylenip telefonumu aynanın önünde unutmamla başlayan günüm okuldaki YGS denemesiyle devam ediyordu. Her şey çok sıkıcı olmaya başlamıştı, matematik neden bu kadar zamanımı almıştı, karnım acıkıyordu, boynum tutuldu, sonra susadım. Yanımdaki çocuk burnunu çekip durdu, sonra birinci oldu. Öğretmenler günü fotoğraflarını aldım, nihayet aldım, ama içinde benim fotoğrafım yoktu. Biraz üzüldüm. Sınavın sonunda Simay içeri girip burnumu getirdi, çıkıp -öğle arası benim almam gereken yerden- aldı mı diye düşündüm; ama annem bırakmış. Telefonumu da bırakmış. Ben telefonumu Serap Hoca'dan alamadım, vermedi. Bir işe yaramadı. Okulda parti varken insanların eğlenmeyi tercih etmeleri gerekiyordu, ders çalışmak için eve gitmeyi değil. VIS'te çok eğlendiğim günlerim olmuştu. Sanırım birisi de bugünküydü. VIS'te çok fazla rezil oldum. Bugün oldum mu hatırlamıyorum. Umrumda da değil zaten. Cadı şapkasının ve cadı burnunun bana bu kadar yakışmış olabilmesi çok adiceydi. İyilik meleği değildim belki ama elimden geleni yapıyordum sonuçta. VIS'teki ilk gösterimi hatırlamaya çalıştım; bulamadım. Dans ederken çok terlemiştim. Günün sonunda karaoke yapamamıştık, bu yüzden eve gelince karaokeparty'yi açtım. Keşke ders çalışsaydım. Yazmaktan sıkıldım. Kötü günlere sakladığım izlenmemiş 8 bölüm how i met'in hepsini tek akşamda izlemek beni çok üzdü. Hayatımın sonuna kadar ağlayabilirmişim gibi hissettim. Hâlâ hissediyorum. Bence bir duyguya sahip olmak çok güzel. 8 sezondur olması gereken barney&robin'i bir bölümde pat diye görmek mi daha üzücüydü, ted'in yalnız kalışı mı, barney'nin gerçekte gey olması mı, hepsini kocaman kıskanmam mı bilmiyorum. Daha küçük bir kalbimin olmasını dilerdim. Ağlamaya üşeniyorum. Birisi hayatımı videoya çeksin ve ben izliyim istiyorum çünkü yaşamak çok sıkıcı ama dizi izlemek harika. Yılbaşları hep umutlu ve kırmızıdır ama ben pesimist ve griyim. 18 olmama 6 günün kalışı ağlama ihtiyacımı artırıyor. Hayatımın en aptal ve en mutlu günlerinin başladığı tarihi hatırlamaya çalışıyorum; ama 26'sı mıydı, 28'i mi hatırlayamıyorum. Bugün hayatımın en aptal ve en mutlu günlerini yaşamaya başladığım o aptal ve mutlu günün yıldönümü olabilir ve ben bunu hatırlayamıyorum. Ama optimum'un açılış tarihini hatırlıyorum. Bence çevremdekiler benden daha iyisini hak ediyorlar. Kendimi hak etmiyorum. Bu kadar çok susamaktan vazgeçmeli ve çişimi tutabilmeyi öğrenmeliyim. Ve elime kalem almaya üşenip sayfalara yazmak yerine bloggerlığa soyunmaktan da vazgeçmeliyim. Zamanın göreceliğine inanmıyorum. Ama mp3'ümün saati ben düzelttikçe her seferinde tekrar ileri gitmeyi nasıl başarıyor bilmiyorum. Rölativite burada işin içine giriyor. Fiziği astronomik boyutta sıkıcı bulsam da rölativite demek çok hoşuma gidiyor. Einstein'a kalırsa ben uzay boşluğunda bir yerlerde mp3'ümden katlarca daha hızlı hareket ediyorum. Bu da demek oluyor ki çok hızlı hareket edersem zaman daha az hızlı geçebilir ve daha geç büyüyebilirim. Böyle bir durumda çizgisel hızdan dolayı Ekvator'da zamanın daha yavaş geçmesi gerekmiyor mu peki? (Google'ladıktan sonra modern fiziğin içine ettiğimi fark ettim. Işık hızının iki katı kadar hızda bir sene boyunca hiç durmadan düzgün doğrusal hareket yapmam durumunda saat, saniyenin on binde biri kadar geri kalırmış; ama kalırmış.) Bilim beni bu kadar heyecanlandırabilirken ben ne halt edip eşit ağırlık okuyorum diye belki bininci kez soruyorum kendime. Ama bu çok ağır bir soru. O yüzden devam etmek istemiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar.
2 Ara 2012
işsizim
Daha iyi bir dünyaya inanmak için bir milyon nedene sahip olduğumuzu söyleyenlerin sadece insan olması da garip olurdu; gelin görün ki bu insanlar aynı zamanda Coca-Cola firmasının başındakiler.
Bu cümleyi kurduktan sonra insanlığımdan utandım yalnız. Videoyu indirip koymaya da üşendiğimden sadece link verebiliyorum. TIK.
Artık ders çalışmamakla itham edilmemek istiyorum. ÇÜNKÜ ÇALIŞIYORUM LAN! Yeter artık. Kendi kendime oturup trigonometri çalıştım ve evet henüz bitmedi; ama bitecek sonuçta. Ben sıkılmayayım diye uğraşıp durdukça etrafımdakiler tarafından azarlanıp duruyorum. İçimdeki isteğin içine ediyorlar işte. Pes etmedim ama henüz. Limit çalışcam daha. Bi susun!
24 Kasımımız ekstra tatlı geçtiğinden bir an önce gösteri videosunu alsak da izlesek de gülsek de eğlensek de diyorum. Bir ara VIS'teki rezil oluşlarımı maddelendiricem. Çok tatlıyım.
Eski fotoğraflara bakmak, sizin için de öyle mi bilmesem de, çok cici bir şey. Antalya'yı ve 10. sınıfı özlemişim. Bu cümleden sonra da garip bakışlar fırlattım kendime. Tam bir aptalım.
Dün gece yataktayken aklıma Life with Louie, 402 Nolu Sınıf, Bobby'nin Dünyası, Çılgın Korsan Jack ve Rugrats geldi. Uyuyakalmamış olsaydım saatlerce ağlardım.
Kaçıyorum çünkü 4654625365 soru ödevim var.
Sanırım iyileştim. Artık evde insan içinde oturma iznim var. Tşk anne:)))))
Dizi mi izlesem?
Öpücükler.
Bu cümleyi kurduktan sonra insanlığımdan utandım yalnız. Videoyu indirip koymaya da üşendiğimden sadece link verebiliyorum. TIK.
Artık ders çalışmamakla itham edilmemek istiyorum. ÇÜNKÜ ÇALIŞIYORUM LAN! Yeter artık. Kendi kendime oturup trigonometri çalıştım ve evet henüz bitmedi; ama bitecek sonuçta. Ben sıkılmayayım diye uğraşıp durdukça etrafımdakiler tarafından azarlanıp duruyorum. İçimdeki isteğin içine ediyorlar işte. Pes etmedim ama henüz. Limit çalışcam daha. Bi susun!
24 Kasımımız ekstra tatlı geçtiğinden bir an önce gösteri videosunu alsak da izlesek de gülsek de eğlensek de diyorum. Bir ara VIS'teki rezil oluşlarımı maddelendiricem. Çok tatlıyım.
Eski fotoğraflara bakmak, sizin için de öyle mi bilmesem de, çok cici bir şey. Antalya'yı ve 10. sınıfı özlemişim. Bu cümleden sonra da garip bakışlar fırlattım kendime. Tam bir aptalım.
Dün gece yataktayken aklıma Life with Louie, 402 Nolu Sınıf, Bobby'nin Dünyası, Çılgın Korsan Jack ve Rugrats geldi. Uyuyakalmamış olsaydım saatlerce ağlardım.
Kaçıyorum çünkü 4654625365 soru ödevim var.
Sanırım iyileştim. Artık evde insan içinde oturma iznim var. Tşk anne:)))))
Dizi mi izlesem?
Öpücükler.
30 Kas 2012
nazar filan
2 yıl önceki yılbaşı fotoğraflarını ararken D'nin her bi tarafını karıştırdım ve elimde fotoğraf filan yok; ama bunu buldum.
*
*
"Hayatımızda
belli olaylar düzene girmeye ve her şey olabileceğinden fazlasıyla iyi durumda
olmaya başladığında, bizler insan olarak, doğamızın gerektirdiği şekilde
tedirgin olmaya başlarız. Herkes bizden bahsediyor, etrafındakilere bizi anlatıyor,
övüyor ya da yeriyor gibi hissederiz. Belki de tesadüf değildir, gerçekten
çevremizdekilerin dillerindeyizdir. İlginin üzerimizde olması ve takdir
edilmek çoğu kez müteşekkir olmamızı sağlarken böyle durumlarda
endişelenmemize yol açar. İyi giden her neyse bozulmak üzeredir, çünkü bütün
insanlar bizden bahsetmektedir. Bu hikaye de bugünlerde neden kendime
nazar boncuğu almak istememin küçük bir özetidir.
Aslına
bakarsanız, nazar tamamen bir enerjidir ve zannedilenin aksine dinle ilgili bir
kavram değildir, beyin gücüyle ilgilidir. Bu yüzdendir ki, gözle görülmeyen
olguların varlığına inanmayan realist insanlardan tamamen zihne dayalı ve soyut
olan nazara inanmaları beklenmez. Fakat çoğu insan nazar ve uğura inanmazken başlarına
gelen en ufak bir felaket onları batıl inançların dünyasına sürükler.
Açıkça
söylemek gerekirse ben merdiven altından geçmek ya da kara kedi görmek gibi
durumların insana şanssızlık getireceğine inanmıyorum; fakat tüm yaşamını bu
nedensellik bağı içermeyen kurallara göre düzenleyen bir kişinin kara kedi
görünce işini kaybetmesi veya düzeyli bir şekilde ilerleyen ilişkisinin bitmesi
çok da şaşırılacak bir durum değildir.
Olayların
gelişmesiyle batıl inançların varlığı arasında doğrudan bir ilişki yokken,
hayatımızı hurafelerin yönlendirmesine izin vermemizle birlikte beynimiz de
aleyhimize çalışmaya başlar. Oda numarası 13 olan bir otelde kaldığımızda
televizyonun bozulması ya da en yakın arkadaşımızla ettiğimiz kavga, bu
inançların gerçeklikleriyle ilgili değil, tamamen kendimizi bunun olacağına
inandırmamızdandır. Her şey bizim kendimize verdiğimiz mesaj ve mesajın dış
dünyaya yaydığı enerjiyle açıklanabilir. "
*
Hastalıktan ölüyorum ve annem tarafından tecrit edildim. Odamdan dışarı çıkamıyorum. Ama işin garip kısmı, hasta olduğumu hâlâ ölümüne inkar ediyorum. Bence alerjim var.
Sevgiler.
Ayrıca bence kuantum çok saçma bişey. Niye böyle zırvalamışım bilmiyorum.
FACTS WIN!
Ayrıca bence kuantum çok saçma bişey. Niye böyle zırvalamışım bilmiyorum.
FACTS WIN!
20 Kas 2012
rubbish, #3
Dünyanın en çirkin sesine de sahip olsam,
bence hâlâ diğerlerinden daha iyi yapabildiğim şeyler var.
Henüz bulamadım.
Bulunca söyliycem.
Etiketler:
acaba,
complaining,
keşke,
rubbish
16 Kas 2012
abesle iştigal etmek
Pazartesi gününe kadar yıllık yazılarımı toparlamam ve 24 Kasım zırvalığı için konuşma metni hazırlamam gerektiğinden -ve haftasonumu bunları yaparak geçirme lüksüm olmadığından- saat 3'ten beri çalışma masamın başında, sağ kolumu uzatınca dokunabildiğim uzaklıktaki kalemliğimle birlikte 'sorumlulukların ağzına nasıl sıçılır ehehe' başlıklı çalışmamızla (aslında abesle) iştigal ediyoruz. Cümleyi anlatım bozukluğu yapmadan kotarabildim mi bilmiyorum. Galiba belirttiğim işleri gerçekleştirirken daha sık nokta kullanmaya özen göstermeliyim.
Neyse. Dürüst olmak gerekirse, yapmak zorunda olmasaydım belirttiğim iki uzun iş de çok eğlenceli haller alabilirdi. Ama şu an kafamın üstünde birkaç küçük baş dönüyor ve 'acele et biraz, yetiştiremiyceksin ehehe' diyerek benimle dalga geçiyor gibi hissediyorum. Bu yüzden de birkaç saattir canım felaket test çözmek istiyor. Shame on you, sorumluluk!
Yıllığa ne yazılır ki? Yani gerçekten, teknolojinin ortasında yetişen bir nesil olarak bizden, ilerde yıllıklarımızı açıp 'Aaaaa ne güzel günlermiş ya :))))))' deyip duygulanmamızı filan mı bekliyorlar? Niye ki? Zaten elimizde her türlü imkan varken, en basitinden telefonum yarım metre uzağımda duruyorken bu maneviyat arayışı niye? Yaşanmışlıklar bence de çok özel şeyler; ama zaten her dakikamızı ulu orta paylaşarak yaşıyorken ve hiçbirimiz 20 yıl sonra yazının değerini bile hatırlamıyor olacakken bazı şeyleri diri tutmak için gereksizce çaba gösteriyormuşuz gibi geliyor. Ya da bana öyle geliyor.
Hafta içinde en yakınımdakilere idamın yanlışlığının nedenlerini açıklamaya çalıştım. Çok da afilli cümleler kurmamıştım oysaki; ama anlaşılamadım. Gerçi pek de şaşırmadım. Etrafımız, insanlara bizim vermediğimiz bir hakkı bizim alabilme yetkisine sahip olduğumuzu düşünen başka insanlarla dolu.
Kemanı hiç bırakmamış olsaydım 24 Kasım için rahatlıkla çıkıp çalabilirdim. Ama şimdi çalışmam gerekiyor ve bunun için yeterince zamanım yok. Ayrıca hâlâ konuşma hazırlamam gerekiyor ve ne söylemem gerektiği hakkında en ufak bir fikrim de yok.
Çok mu şikayet ediyorum?
Okul sweatimi bugün alamadım. Okul sweatimiz var çünkü artık mezun oluyoruz. Orası benim için mezun olunabilecek bir yer mi, bilemiyorum. Üniversiteden sonra her an gelip işe başlayabilirmişim gibi bir his var içimde. Haksız da değilmişim gibi, çünkü 12 yıl hayatımın (hesap makinesine teşekkürler) %70'inden daha fazlası ediyor. Çelişik tavırlar içindeyim.
Şikayeti bir paragraflığına kesmiştim, kaldığım yerden devam ediyorum.
O topukluyla nasıl yürüyebileceğim hakkında en ufak fikrim yok. Aslında şu an hayatımın en büyük sorunu bu. Bir de konuşma. Ve yıllık yazıları. Ve optik. Sanırım bir de 18'ime basmak üzere olmam. Sonuncusunun hepsini kapsadığını sanıyorum.
Yarından itibaren abur cubursuz hayatıma ilk adımımı atıyorum. Evde poşetler dolusu çikolata varken ne derece inandırıcı, bilmiyorum. Acaba neden hiçbir şeyi bilmiyorum?
Sanırım burayı moda bloguna çevirmeliyim.
9 Kas 2012
nazlı vs. pollyanna
2 sene önce Attila İlhan Vakfı'nın yarışmasına gönderdiğim kompozisyon. Maillerimi karıştırırken tesadüfen buldum. Konu, hayattan ne beklediğimizle ilgili bir şeylerdi. Aslında hiçbir şey beklemiyordum; ama garip bir şekilde finale kalmıştım.
“Ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak / Hiç doğmamayı isterdim ama / Bir kere doğmuşum ölmek yasak” demiş Attila İlhan. Küçük bir yürekte, yaşam gibi büyük bir olgunun karşılığı ne olabilir ki?
İnsan kendi geleceğini kendisi yazarmış; kendi mutluluklarına kendisi sahip çıkar, acılarına katlanabilmeyi kendisi öğrenirmiş. Bir gün gelir de “Neden?” diye soracak olursa benliğine, işte o an tüm büyü bozuluverirmiş. Çünkü hayatını doya doya yaşayabilen kişi, bunları düşünmeye zaten vakit bulamazmış. Çok zamansızca olurmuş insanların yanıldıkları noktayı, daha önce fark edemedikleri pürüzü görmeleri: ‘İnsan, hayatının tüm zamanlarında mutlu olamaz!’ En şanssız olduğu anlarda bile, ararsa bulacağı bir umut daima vardır. Sahi, tek bir insan var mıdır dünyada acıyı tatmamış daha? Tek bir insan var mıdır yüzü gülmemiş hayatta?
Yaşam dediğin, senin acı ve tatlı günlerinin birleşiminden; pişmanlıklarından çıkardığın derslerden, verdiğin sınavlarda yararlandığın bu tecrübelerden, seni olgunlaştıran talihsizliklerden ve en sonunda yakaladığın mutlulukla geçmişe çektiğin çizgiden oluşur. Ne yazık ki insanların akıllarında kalan yalnızca mutlulukları olur; kimse bilmez asıl mutluluğun kötü günleri atlatabilme yeteneği olduğunu. Yaşam her günüyle yaşamdır, her günüyle özeldir. İnsanın asıl mutluluğu yakalayabilmesi de bu bütünü bölmemekle mümkündür. İnsan hayatını her yönüyle sevdikçe; ertelemeden, korkusuzca, eksiksizce yaşadıkça, göğüs gerebildiklerini görüp, zaaflarına teslim olmadıkça mutludur.
“Çoğu zaman, kelimenin gerçek anlamıyla acıyla farkına varıyorum ki, anlatmak istediğimin yirmide birini bile anlatamadım.” Dostoyevski’nin bu sözleri aslında yapamadıklarından değil, yapmaya vakit bulamadıklarından kaynaklanır. Bütün zamanını bir şeyler keşfederek ve keşfettiklerini çevresine öğretmeye çalışarak geçiren bir insan için bile zaman asla yeterli değildir. Hala yapacak çok iş, yazacak çok satır vardır.
Keşke her şey masallardaki gibi kesin çizgilerle ayrılsaydı birbirinden. ‘İyi’ ve ‘kötü’, ‘doğru’ ve ‘yanlış’, ‘gerçek’ ve ‘yalan’… Keşke hayat da ‘güzel’le ‘çirkin’i, ‘korku’yla ‘özgüven’i ayırabilecek kadar cesur olsaydı. O zaman insanların mutluluk ve hüzün arasındaki ince çizgide kaybolmaları zorlaşırdı; hayattan korkmak ve kendine güvenmek gerçeklerinin aslında birbirini tamamladıklarını görmeleri imkânsız olmazdı.
Hayat herkes için aynı mıdır, tek fark bakış açıları mıdır karamsarım; ama bakış açısının insanın gülümsemesinde başlı başına bir etken olduğunu söyleyebilecek kadar da realistim. Yaşadığım her şeyi tekrar hissetmeyi, kıymetini bilmediğim veya bana kıymet bilmeyi öğreten her olayı baştan yaşamayı, her şeye meydan okurmuşçasına daima gülümsemeyi, hayatın acımasızlığını ayaklar altına alarak başım yukarda devam etmeye çalışmayı ve tüm bunların sonunda anlamsızlığa hükmedermiş gibi cesur hissetmeyi; herkesin büyüme hevesine ve zamanın korkunç hızına inat hep çocuk kalmayı istiyor ve hemen ardından bencillikle suçluyorum kendimi. Zaman herkese eşit verilmez miydi? Bilinçli kullandığın kadar özgürdün öyleyse, özgür olduğun kadar bireydin. Ve kendini tanıdığın kadar hissedebiliyordun kalp atışlarının sesini.
İşte bu yüzden gelecekte her ânımı hatırlamayı, geçmişimi unutmamayı diliyorum. ‘Keşke’lerin olmadığı, sıradan bir hayat; elimde kendi dünyamın replikleri, aklımda yönetmenini kendim belirlediğim kısa hayat filmim. Hatırladıkça gülümsemek, gülümsedikçe yeni bir dünya keşfetmek istiyorum. Ve düzeltiyorum: Benim hayatımda ‘hayal’ ve ‘gerçek’ hiç olmadığı kadar ayrı birbirinden. Hayal ettiğim her şeyi bir gün gerçeğe çevirebileceğime hâlâ inanıyorum.
-bir zamanlar, tecavüzün kaçınılmaz olduğu durumda zevk almanın gerekliliğine inanan bir optimistmişim. neyse ki uzun sürmemiş.
29 Eki 2012
27 Eki 2012
kate walsh instagrams the paparazzi
Hayatımın en anlamsız blog yayınını giriyorum.
Utanırım sanıyorsunuz ama oldukça yanılıyorsunuz.
24 Eki 2012
kısa kısa, #
Başlamadan önce not: Beni insan hatırlamak istiyorsanız okumayın. Sevgiler.
30/10/11
Yazarken saniyeler sürüyor olmasına karşın hatırlamaya çalışınca gerçekten uzun bir sürecin göz önüne geldiği o "iki yıldan daha fazla" tanımlı süre zarfı boyunca yapmadığım; ancak saygıdeğer babamın da katkılarıyla dün öğle saatleri itibariyle kendimi içinde bulduğum sanal ortama yeniden hoş gelmiş bulunuyorum. Hayır ama ya, sadece eğleniyorum. Anırarak dakikalardır gülüyorum. Leyla ile Mecnun'un senaristi her kimse, "kalsın dediğimiz insanlar" listesine adını yazdırabilmiş, "hastasıyız" diyen adama yakın oranda sevdiğimiz yüce bir insan o. Geç oldu, yatmam gerek. Şahsen tek bir dilek hakkım olsaydı daha çok dilek hakkım olmasını dilerdim; ama yok, geometri sınavında "Baksana ne aldım"la "Bak, sana ne aldım"ın farkının sorulmasını dilerdim. Ne diyebilirim ki, asla bir Miranda Kerr olamayacağım. Yaşasın filantropizm!
11/3/12
Kaşınıyorum. Keşke kaşınmasam. (?)
...
Artık hayal etmeye, onları irdelemeye ve yazıya dökmeye vaktim olmadığı için çok şanssızım. Aslında çok ama çok şanslıyım. Teşekkürler ayaklarım... (?)
20/5/12
Ah yine bir matematik yazılısı, ah yine bir "keşke ders çalışsaydım" pişmanlığı ve matematik çözmek yerine izlenen üç bölüm gıreyzenadımi. Yıllar yıllar sonra günlüğümü çocuklarıma filan okutursam, böyle bir kitap bir şey yaparsam, insanlar tüm gençliğimi dizi izleyerek geçirdiğimi düşünecek ve pek de haksız olmayacaklar. Kısa kesmek zorundayım. Malum, son ciddi sınavlarım lisedeki ve birazcık gerginim. Ne dersem diyeyim, o salak binayı ve içindekileri öyle özleyeceğim ki. Yeterince fotoğrafım olmadığı için ve gün gelir de VIS'te futbol oynamış olduğumuzu unutursak diye çok pişmanım, çok korkuyorum. Anlatım bozukluğunun dibine vurdum, farkındayım; ama fikir açık. Şimdi yatmak zorundayım. Önümdeyse çok daha güzel günler olacak, umarım...
29/8/12
Yazmayı en çok istediğim, sözcüklere en çok ihtiyaç duyduğum zamanlar gerçekten de elime kalem alamayacak durumda olduğum zamanlar, kanıtladım bunu. Gökyüzüne uzun uzun bakıp düşünmeyeli çok oldu günlük. İnsan bunu bile özlüyormuş. Gülümsedim şu an. O kadar komiğim ki. Böyle edebi edebi yazmamın tek nedeni iki gündür paragraf ve edebiyat çözüyor olmam; yoksa asla romantik filan değilim. Az önce balkonda ders çalışırken neden daha önce hiç balkonda yazmadığımı irdelemem dışında tabii. Bir de son zamanlarda güneşin doğuşunu izlemek için günlerimi erken mi başlatsam diye düşünmelerimin dışında. Her neyse işte, tutarsız bir kızım ben. Hem, sadece aptallar ve ölüler düşüncelerini hiç değiştirmezlermiş. Ben ne aptal olmak ne de ölmek istiyorum. Yaşayacağım uzun yıllar varken hemen gitmek zorunda kalmaktan çok korkuyorum. Ve bu kadar güzel günlerin önümde olduğunu bilirsem onları olabildiğince uzakta tutmam gerektiğini düşünüyorum. Ne zaman ki o günler gelir, hemen geçerler ve her şey bir anda küçülür, ben büyürüm ve hayatım ciddileşir diye korkuyorum. Belki tek ihtiyacım saatlerce beni dinleyebilecek biri, belki de gerçekten hayatın onca uğraş sonucu doğurduğu güneşin benim takdirime olan ihtiyacı. İki durumda da hâlâ 17 yaşında ve umutluyum.
23/10/12
...
İnsanların bu kadar duyarsız ve her şeyden bu kadar habersiz oluşlarını bir gün kabullenecek ve şaşırmayı bırakacağım.
...
30/10/11
Yazarken saniyeler sürüyor olmasına karşın hatırlamaya çalışınca gerçekten uzun bir sürecin göz önüne geldiği o "iki yıldan daha fazla" tanımlı süre zarfı boyunca yapmadığım; ancak saygıdeğer babamın da katkılarıyla dün öğle saatleri itibariyle kendimi içinde bulduğum sanal ortama yeniden hoş gelmiş bulunuyorum. Hayır ama ya, sadece eğleniyorum. Anırarak dakikalardır gülüyorum. Leyla ile Mecnun'un senaristi her kimse, "kalsın dediğimiz insanlar" listesine adını yazdırabilmiş, "hastasıyız" diyen adama yakın oranda sevdiğimiz yüce bir insan o. Geç oldu, yatmam gerek. Şahsen tek bir dilek hakkım olsaydı daha çok dilek hakkım olmasını dilerdim; ama yok, geometri sınavında "Baksana ne aldım"la "Bak, sana ne aldım"ın farkının sorulmasını dilerdim. Ne diyebilirim ki, asla bir Miranda Kerr olamayacağım. Yaşasın filantropizm!
11/3/12
Kaşınıyorum. Keşke kaşınmasam. (?)
...
Artık hayal etmeye, onları irdelemeye ve yazıya dökmeye vaktim olmadığı için çok şanssızım. Aslında çok ama çok şanslıyım. Teşekkürler ayaklarım... (?)
20/5/12
Ah yine bir matematik yazılısı, ah yine bir "keşke ders çalışsaydım" pişmanlığı ve matematik çözmek yerine izlenen üç bölüm gıreyzenadımi. Yıllar yıllar sonra günlüğümü çocuklarıma filan okutursam, böyle bir kitap bir şey yaparsam, insanlar tüm gençliğimi dizi izleyerek geçirdiğimi düşünecek ve pek de haksız olmayacaklar. Kısa kesmek zorundayım. Malum, son ciddi sınavlarım lisedeki ve birazcık gerginim. Ne dersem diyeyim, o salak binayı ve içindekileri öyle özleyeceğim ki. Yeterince fotoğrafım olmadığı için ve gün gelir de VIS'te futbol oynamış olduğumuzu unutursak diye çok pişmanım, çok korkuyorum. Anlatım bozukluğunun dibine vurdum, farkındayım; ama fikir açık. Şimdi yatmak zorundayım. Önümdeyse çok daha güzel günler olacak, umarım...
29/8/12
Yazmayı en çok istediğim, sözcüklere en çok ihtiyaç duyduğum zamanlar gerçekten de elime kalem alamayacak durumda olduğum zamanlar, kanıtladım bunu. Gökyüzüne uzun uzun bakıp düşünmeyeli çok oldu günlük. İnsan bunu bile özlüyormuş. Gülümsedim şu an. O kadar komiğim ki. Böyle edebi edebi yazmamın tek nedeni iki gündür paragraf ve edebiyat çözüyor olmam; yoksa asla romantik filan değilim. Az önce balkonda ders çalışırken neden daha önce hiç balkonda yazmadığımı irdelemem dışında tabii. Bir de son zamanlarda güneşin doğuşunu izlemek için günlerimi erken mi başlatsam diye düşünmelerimin dışında. Her neyse işte, tutarsız bir kızım ben. Hem, sadece aptallar ve ölüler düşüncelerini hiç değiştirmezlermiş. Ben ne aptal olmak ne de ölmek istiyorum. Yaşayacağım uzun yıllar varken hemen gitmek zorunda kalmaktan çok korkuyorum. Ve bu kadar güzel günlerin önümde olduğunu bilirsem onları olabildiğince uzakta tutmam gerektiğini düşünüyorum. Ne zaman ki o günler gelir, hemen geçerler ve her şey bir anda küçülür, ben büyürüm ve hayatım ciddileşir diye korkuyorum. Belki tek ihtiyacım saatlerce beni dinleyebilecek biri, belki de gerçekten hayatın onca uğraş sonucu doğurduğu güneşin benim takdirime olan ihtiyacı. İki durumda da hâlâ 17 yaşında ve umutluyum.
23/10/12
...
İnsanların bu kadar duyarsız ve her şeyden bu kadar habersiz oluşlarını bir gün kabullenecek ve şaşırmayı bırakacağım.
...
16 Eki 2012
rubbish, #2
aralık ayı.
yeni yıla birkaç gün kalmış.
günlerden cumartesi.
odandasın. yatağında.
yatağın pencerene çok yakın.
pencerenin yanında küçük kahverengi bir koltuk var.
yatağının yanındaki şifonyerde dünkü tütsünün külleri duruyor.
saçma geliyor ama kokusu da hâlâ orda.
tütsünün yanında bir şiir kitabı var.
attila ilhan olabilir.
bir de balkonun var; ama o yatağın çaprazında kalıyor.
büyük kahverengi bir gardırobun var.
üstünde 10. doğum gününde babanın aldığı büyük pembe ayıcık duruyor.
tozlanmış.
dışarda yağmur var, sağanaktı ama az önce yavaşladı.
penceren ve balkon kapın kapalı, ama perdelerin açık.
krem rengi perdelerin.
içeri loş bir hava girmeye çalışıyor.
aydınlık gibi, lamban yine de yanıyor.
sanırım evde teksin.
saat öğlen 2 suları.
bilgisayarının ışığı yanıyor.
şarj olmuş.
sen battaniyenin altındasın.
battaniyende küçük şekiller var.
ne olduklarını asla çözemedin.
ayakların dışarda.
kalın çorapların var.
bir de pembe patiklerin.
sanırım pentiler.
elinde kalın bir kitap vardı.
oğuz atay olabilir.
okumaktan sıkıldın.
film mi izlesem diye düşünüyorsun.
vazgeçtin.
woody allen olabilirdi.
kahve kokusu var.
yağmur hızlandı.
kulaklığını takıyorsun.
hafif hüzünlü bir şey çalıyor.
eric clapton olabilir.
cep telefonunun ışığı yanıp sönüyor.
önemsemiyorsun.
yağmur damlaları pencerene vuruyor.
battaniyeni üstünden çekiyorsun.
gri yün bir kazak giyiyorsun.
bunu giydiğini unutmuşsun.
pencerenin yanındaki kahverengi koltuğa oturuyorsun.
topuzunu açıyorsun.
burnuna şampuanının kokusu geliyor.
tokanı bileğine takıyorsun.
bağdaş kurdun.
dışarda yağmurdan kaçan insanlar var.
sarı bir şemsiye takılıyor gözüne.
gülümsedin.
sol kulaklığın kulağından düştü.
tedirgin oldun.
cep telefonunun ışığı tekrar yandı.
önemsememekte kararlısın.
yağmur doluya çeviriyor.
dışarda kimse kalmadı.
sokağın karşısındaki küçük cafede insanlar sohbet ediyor.
yeni yılda hediye alacak mıyım diye düşünüyorsun.
birden çok anlamsız geliyor.
elini şifonyerdeki yeşil kupana götürüyorsun.
üzerinde çam ağacı ve noel baba var.
kahven soğumuş.
yine de içiyorsun.
şarkın değişti.
phil collins çalmaya başlıyor olabilir.
ren geyiklerini ve erkek çocuklarını çok sevdiğini düşünüyorsun.
ren geyikleri sevilecek bir şey mi bilmiyorsun.
bunun yerine şarkıya eşlik etmeye başlıyorsun.
mutfaktan tıkırtılar geliyor.
evde tek değilmişsin.
pembe patiklerine bakıyorsun.
üzerinde kalpler var.
kalbinin bunlara benzemediğine eminsin.
üşümeye başladın.
yatağının seni çağırdığını düşünüyorsun.
koltuğundan kalkarken gözün kitaplığının yanındaki yeşil çerçeveli tabloya takılıyor.
bir nilüferin üstünde oturan sarışın beyaz kanatlı kızın yerine koyuyorsun kendini.
suda yansımanı görüyorsun.
küçükkenki kadar mutlu değilsin yine de.
çoğu kez kendini anlamıyorsun.
kendini hiç tanımıyorsun.
ama günün birinde stratosferden dünyaya atlamayacağını biliyorsun.
bir gün gardırobunun üstünü düzenleyeceksin.
karmaya inanmıyorsun.
ve amerika'da yaşıyor olsaydın,
noel baba'ya da inanmazdın.
cep telefonunun ışığı yanmaya devam ediyor.
ona asla bakmayacaksın.
belki diyorsun,
woody allen iyi gelebilir.
yeni yıla birkaç gün kalmış.
günlerden cumartesi.
odandasın. yatağında.
yatağın pencerene çok yakın.
pencerenin yanında küçük kahverengi bir koltuk var.
yatağının yanındaki şifonyerde dünkü tütsünün külleri duruyor.
saçma geliyor ama kokusu da hâlâ orda.
tütsünün yanında bir şiir kitabı var.
attila ilhan olabilir.
bir de balkonun var; ama o yatağın çaprazında kalıyor.
büyük kahverengi bir gardırobun var.
üstünde 10. doğum gününde babanın aldığı büyük pembe ayıcık duruyor.
tozlanmış.
dışarda yağmur var, sağanaktı ama az önce yavaşladı.
penceren ve balkon kapın kapalı, ama perdelerin açık.
krem rengi perdelerin.
içeri loş bir hava girmeye çalışıyor.
aydınlık gibi, lamban yine de yanıyor.
sanırım evde teksin.
saat öğlen 2 suları.
bilgisayarının ışığı yanıyor.
şarj olmuş.
sen battaniyenin altındasın.
battaniyende küçük şekiller var.
ne olduklarını asla çözemedin.
ayakların dışarda.
kalın çorapların var.
bir de pembe patiklerin.
sanırım pentiler.
elinde kalın bir kitap vardı.
oğuz atay olabilir.
okumaktan sıkıldın.
film mi izlesem diye düşünüyorsun.
vazgeçtin.
woody allen olabilirdi.
kahve kokusu var.
yağmur hızlandı.
kulaklığını takıyorsun.
hafif hüzünlü bir şey çalıyor.
eric clapton olabilir.
cep telefonunun ışığı yanıp sönüyor.
önemsemiyorsun.
yağmur damlaları pencerene vuruyor.
battaniyeni üstünden çekiyorsun.
gri yün bir kazak giyiyorsun.
bunu giydiğini unutmuşsun.
pencerenin yanındaki kahverengi koltuğa oturuyorsun.
topuzunu açıyorsun.
burnuna şampuanının kokusu geliyor.
tokanı bileğine takıyorsun.
bağdaş kurdun.
dışarda yağmurdan kaçan insanlar var.
sarı bir şemsiye takılıyor gözüne.
gülümsedin.
sol kulaklığın kulağından düştü.
tedirgin oldun.
cep telefonunun ışığı tekrar yandı.
önemsememekte kararlısın.
yağmur doluya çeviriyor.
dışarda kimse kalmadı.
sokağın karşısındaki küçük cafede insanlar sohbet ediyor.
yeni yılda hediye alacak mıyım diye düşünüyorsun.
birden çok anlamsız geliyor.
elini şifonyerdeki yeşil kupana götürüyorsun.
üzerinde çam ağacı ve noel baba var.
kahven soğumuş.
yine de içiyorsun.
şarkın değişti.
phil collins çalmaya başlıyor olabilir.
ren geyiklerini ve erkek çocuklarını çok sevdiğini düşünüyorsun.
ren geyikleri sevilecek bir şey mi bilmiyorsun.
bunun yerine şarkıya eşlik etmeye başlıyorsun.
mutfaktan tıkırtılar geliyor.
evde tek değilmişsin.
pembe patiklerine bakıyorsun.
üzerinde kalpler var.
kalbinin bunlara benzemediğine eminsin.
üşümeye başladın.
yatağının seni çağırdığını düşünüyorsun.
koltuğundan kalkarken gözün kitaplığının yanındaki yeşil çerçeveli tabloya takılıyor.
bir nilüferin üstünde oturan sarışın beyaz kanatlı kızın yerine koyuyorsun kendini.
suda yansımanı görüyorsun.
küçükkenki kadar mutlu değilsin yine de.
çoğu kez kendini anlamıyorsun.
kendini hiç tanımıyorsun.
ama günün birinde stratosferden dünyaya atlamayacağını biliyorsun.
bir gün gardırobunun üstünü düzenleyeceksin.
karmaya inanmıyorsun.
ve amerika'da yaşıyor olsaydın,
noel baba'ya da inanmazdın.
cep telefonunun ışığı yanmaya devam ediyor.
ona asla bakmayacaksın.
belki diyorsun,
woody allen iyi gelebilir.
7 Eki 2012
yine daldan dala atlayınca başlık bulmak zorlaştı -.-
Şarkımız bu.
Hayatım son günlerde anlamsızca güzel. Hafta içleri 9 saat okul + haftada 4 gün dershane + kamplar + ek dersler + boş zamanlarda çözülen testler filan derken hayatımın bok gibi olması gerekiyor; ama gelin görün ki ben çok mutluyum.
Evet, o bir toka. Daha öncesinde de kopan telimi bantlamaya kalkmıştım ama o sadece işin esprisiydi.
Üniversite hayatı beni çok korkutuyor. Çaktırmamaya çalışıyorum.
aforizmalar
Hayatım son günlerde anlamsızca güzel. Hafta içleri 9 saat okul + haftada 4 gün dershane + kamplar + ek dersler + boş zamanlarda çözülen testler filan derken hayatımın bok gibi olması gerekiyor; ama gelin görün ki ben çok mutluyum.
Cumartesi sabaha karşı öyle bir gök gürültüsüyle uyandık ki hepimiz, o birkaç dakika boyunca Adana'da uyumaya devam edebilen insanların olmadığına inanıyorum. Sonbaharın ilk yağmuruydu, ilk sağanağıydı ya da. Eylüle hoşgeldin diyememiştim; ama ekim tam zamanında geldi. Çok da mutlu etti beni. Gök gürültüleri azıcık korkutucuydu gerçi, sıçrayarak uyandım çünkü; ama sabahki o toprak kokusu her şeyi unutturabilirdi. Hem, hazırlıksız yakalanmayalım diye ışık hızı ses hızından daha büyük değil miydi? Bugün coğrafya dersinden önce de bir anda bastırdı yağmur, pencereden yağmurun sesini dinlemek öyle iyi hissettirdi ki. Hâlâ anlamıyorum insanların yağmuru neden sevmediğini. Sonra güneş açtı, acaba gökkuşağı da var mıydı? Yerler hemen kurudu, çünkü her ne kadar ekim de olsa, burası Adana'ydı.
*
Kemana ara vermek yaptığım en gerzekçe şeymiş. Şimdi ne kadar çalışırsam çalışayım yetişemeyecekmişim gibi geliyor. Ayrıca yastığımın vidası kaybolmuş ve ben yeni yastık alana kadar kendimce yöntemlerle yastığımı işlevsel hale getirmeye karar verdim. Aşağıdaki fotoğrafta embesilliğimin boyutlarını görebilirsiniz:
Ben vibrato yapmayı öğrenene kadar ailem başta olmak üzere tüm apartman halkı acı çekecek gibi görünüyor. Umarım çok uzun sürmez -.- Boynumun acısına ve sol parmak uçlarımın kırmızılığına da alışmam gerekecek. Birazcık fedakarlık gerektiren bir süreç olacak sanırım, sınav yılımın başında neden böyle bir istek geldiği konusunda da yanıtsızım. Sosyal olmak ve kendimce aktivitelerde bulunmak için yanlış bir dönem belki; üstesinden gelmeye çalışacağım. Öğlen dershaneden geldiğimden beri hiç ders çalışmamış olmam birazcık vicdan azabı duymama neden olsa da, yarın ilk iki dersin fizik olduğunu hatırlayıp kendimce teselli oluyorum. 12. sınıf fiziği demek, benim için arka sırada oturup test çözmek demek çünkü. Sanırım bunun için Sevda Hoca'ya da bir teşekkür etmem gerekiyor. Neyse. Konu dağıldı baya. Gidip maç izlemek varken neden odama tıkıldığımı hiç bilmiyorum.
*
Yazının başında mutluluk filan diyordum değil mi? Bugün hava öylesine film+kahve kokuyordu ki, bütün kış böyle geçerse nasıl ders çalışabileceğimi bilmiyorum. Film izlemeyeli aylar, kitap okumayalı da haftalar oldu. Mutfaktan karnabahar kokusu geliyor. Kate Walsh 'un dünyadaki en güzel kadınlardan biri olduğuna inanıyorum. Ayrıca artık dizi izlemeyi tamamen bırakmanın bana ekstra zaman sağlayacağını ve bu zamana gerçekten ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Gelin görün ki birazdan yine oturup Grey's Anatomy izleyeceğim.
*
*
Okulda edebiyat derslerinde şiir dinleyerek test çözüyoruz, bazen dalıyorum ve o ders öyle geçiyor. Çünkü Müşfik Kenter telefon rehberi bile okusaymış oturup dertlenirmişsin. Bir an çok mantıklı gelmişti. Sonra düşündüm ve hâlâ mantıklıydı. Bu da böyle bir şey.
*
*
4 Eki 2012
"If everyone demanded peace instead of another television set, then there'd be peace."
Yüzyıllar boyunca yaşanmış din-ırk temalı sayısız savaşı sadistlik çizgileri içinde seven, iş kendi tarihine gelince her türlü pisliği reddeden, bıraksanız günlerce 'bakın biz nasıl denize dökmüşüz Yunanlıları' replikleriyle amaçsızca övünebilecek olan ve bugün hâlâ müzelerindeki bilmem kimin kullandığı kılıcın boyutunu merak eden insanların ve aklımız daha ermeye bile başlamamışken bize bilmem kaç yılında, bilmem kaç kişiyle, bilmem ne taktiğiyle kimlerle savaştığımızı narsistçe anlatan o diğer insanların bugün gelip de 'SAVAŞA HAYIR' diye haykırması o kadar tutarsız ki.
26 Eyl 2012
çocuklarıma anlatacak tek bir normal anım yok
Sınıfa ayran kutusu içinde ölü hamam böceği götürüp onu dolaba koyan bizden daha iğrençlerinin olduğunu bilmek azıcık da olsa içimi rahatlatıyor. Şu an çok mide bulandırıcı duruyor, evet; ama aslında o kadar da değildi. Hamam böceğimizin adı Şükriye'ydi, sanırım ölmeden önce çok mutlu bir hayatı vardı ve en son onu çöpe attılar :( Aramızda bir bağ oluşmuştu, bu yüzden kaybına alışmamız da zaman aldı. Evet, hep birlikte iğrenç ve malız. Ama biz bugün deli gibi eğlendik. Dolayısıyla bizi yargılayamazsınız. Ha, konumuzla ilgisi yok; ama bir de bugün otobüste çiğ köfte yedik. O sırada biraz pişmandım, artık değilim. Ve belirtmek gerekirse, dışardan baktığınızda normal bir insan gibi duruyorum. Beni böyle sevseniz?
10 Eyl 2012
people make you happier
Bi şey söyliycem.
İnsanların sizi sevmeleri, sizden pek çok şey beklemeleri, siz üzülünce üzülüp siz sevinince sevinmeleri filan var ya... Bunlar çok şirin şeyler. Etrafınızda böyle insanlar varsa sarılın onlara; bırakmayın, yiyin onları.
- Yazının, gelebilitesi oldukça yüksek olan bir devamı da var; lakin benim fonksiyon filan bi şeyler çözmem gerekiyor. Daha sonra belki. -
2 Eyl 2012
Merhaba Eylül.
Merhaba Eylül;
Biliyorum, sana hoşgeldin demek için birazcık geç kaldım; ama inan bana benim suçum değil. Yine de özür dilerim. Çok fazla boş vaktim olmuyor artık, olunca da kendimi yazmaya ya da kitaplara adıyorum. Bazen öyle bunalıyorum ki, önceliklerimi belirlediğimi unutuyor ve kendime çok kızarak dizi izliyorum. Evet ama, işe yarıyor. Kendimi daha sakin ve huzurlu hissediyorum böyle yapınca. Ondan sonra da her seferinde kendimi affediyor, sorumluluklarıma geri dönüyorum. Bazı anlar geliyor, derslerin, iyi bir üniversiteyi kazanacak olmanın ya da şehir dışındaki özgür yılların her şey olmadığını düşünüyor; böyle anlarda da son zamanlarda hobim haline gelen belgesellere takıyorum kafayı. Saatlerce izlesem de sıkılmazmışım gibi geliyor. Öyle çok şey var ki bilmediğim, yeni şeyler öğrenmek beni daha mutlu kılıyor. İnsanlarla sohbet ederken söyleyebileceğim yeni cümleler oluşuyor. Biliyorum, yine de bahane değil bunlar. Çok isteseydim, sana merhaba diyebilirdim çünkü; ama yapmadım.
Dün akşam annem ve babamla dışarı çıktık gerçi. Özal boyunca yürüdük yine. Ayağımda botlarla o yolları yürümeyi çok seviyorum ben; ama Adana'da bunun için öyle erken ki. Sahi, seni buraya zamanında kabul edemediğimiz için çok üzgünüm Eylül. Ya da sen mi sevmiyorsun bizi, o yüzden mi bu kadar geç uğruyorsun buraya? Bilmiyorum ki. Yine de sana hoşgeldin diyemediğim için suçlamıyorum kendimi. Gerçekten, benim suçum değil ki bu meşguliyet. Yeni eğitim yılının habercisi olan sensin sonuçta, ben değilim. Doğru söyle, insanlar seni bu yüzden bir türlü sevemediler değil mi? Onlar için önemli olan televizyon izlemeye ya da kimse karışmadan uyuyabilmeye ayırdıkları vakitlerin çokluğu, öyle değil mi? Yağan yağmurların sesi, toprak kokusu, ılık esen rüzgar ya da yaprakların sarımsı rengi hiç umurlarında değil onların. Konuşsana, yanılıyor muyum?
Keşke insanlar seni sevebilseydi. Sonbaharın, mutsuz olmak için bir gerekçe değil de yeni başlangıçlar için en doğru zaman olduğunu anlayabilselerdi. Yapamazlar ki ama. Yapmazlar. 21. yüzyılda insanlar öyle mutsuz ki. Günlerini hiç konuşmadan geçirebilirler. Yapabilirler, gerçekten. Pişman da olmazlar üstelik. Gün boyunca düşünmeyebilirler. Hiç hem de! Uyandıklarında kahvaltılarını koydukları tepsiyle televizyonun karşısına geçebilir ve yatana kadar orada öylece oturabilirler.
İnsanlar buna tatil diyor, Eylül. Buna yaz diyorlar. İşe, okula gitmemek için bir sebep sayıyorlar bu sıcak mevsimi. Ve onu seviyorlar. Sense tüm bu güzelliklerin katilisin, Eylül. İnsanların seni sevmesini bekleme. Tembelliğin alışkanlık olduğu bir zaman diliminde, insanların boşluk yerine hareketi seçmelerini bekleme. İnsanlardan çok şey bekleme, Eylül. Kuşlardan, böceklerden ya da çiçeklerden beklediklerini insanlardan bekleme. Çünkü sen de biliyorsun sonunda üzüleceğini.
Bu kadar kırıcı olduğum için üzgünüm; ama gerçekleri duyman gerekiyordu. Bana kızma n'olur. Ben senin ne kadar masum olduğunu herkesten daha iyi biliyorum. Bizi hiç üzmek istemedin ki sen. Aklımızı başımıza getirmeye çalışıyorsun sadece, iyi de yapıyorsun. Bir düşünsene yaz'ın hiç bitmediğini, sonbaharın hiç gelmediğini düşünsene. İnsanlar, yaz'ın kendilerine iyilik yaptığını düşünüyorlar. Yaz'ın herkesin yardımına koşan bir melek olduğunu... Oysa asıl katil olan yaz, sen değilsin. Dediğim gibi, insanların dinamizme ihtiyaçları olduğunu bir tek sen biliyorsun. İnsanlar, bırak, sevmesinler seni. Uzun süren yaz'ın kendilerini öldürdüğünü bilmesinler ve hep seni suçlasınlar. Oysa sen onların hayatını kurtarıyorsun. Belki onlar da gün gelir, 70 yıllık yaşamlarının 25 yılını uyuyarak, diğer 25 yılınıysa yorulmaktan şikayet ederek geçirdiklerini fark eder ve senden özür dilerler. Çok umutlanma ama; muhtemelen yapmazlar.
Bana gelince, sana henüz hoşgeldin diyemediğim için üzgünüm. Gelmiyorsun ki diyebileyim! Diğerlerinden daha kötü niyetli değiliz biz, lütfen Adana'ya da bir ara uğra. Geldiğin gün güneşle birlikte kalkar ve sana gecikmiş merhabanı veririm. Ha, şarkıya takılma bir de. Çelişki seviyorum sadece, biliyorsun.
22 Ağu 2012
18 Ağu 2012
konuyla çok çok ilgili bir başlık
Ne diyordum? ÖSYS. Açılımını bile daha doğru dürüst bilmediğim bir şeyin hayatımın tam ortasında duruyor olması çok saçma. Gerçekten. Bütün öğrenciler sınav bazında bakacak olursak bir yıl, yaşadığımız coğrafyayı da işin içine katarak bir şeyleri irdeleyecek olursak ise yıllardır bu stresin içindeler. Yazının devamında hiçbir anlamı olmayacağını bile bile eğitim sisteminin yanlışlığı ve öğrencilerin kötü etkilenen psikolojileri üzerine nutuklar çekmeyeceğim; çünkü dediğim gibi, hiçbir anlamı yok.
Bugün bilmemkaç bin öğrenci gideceği/gidemeyeceği üniversiteleri öğrendi. Bu süreç, uzun olması bir yana, hiç de kolay olmayan bir süreç. Üstelik varlığı kadar yokluğu da sorun. Ya da onlara değil belki; ama bana öyle olacağından neredeyse eminim. Üçüncü çoğul şahıslarla başladığım cümlelerin öznelerinin, cümleye henüz nokta konmadan birinci çoğullara dönüşmesinin nedeni bizim de bu dertten muzdarip olmamız. Önümüzdeki son timsallerimiz de üniversiteli olduğuna göre, artık sıra ciddi ciddi bizde demektir. Aslına bakarsanız, bu işin tam anlamıyla içinde olduğumdan beri gözlemlediğim en önemli şey, tüm öğrencilerin bu maratonun bir an önce bitmesini istediği. Ben hariç. Ben, asıl tüm bu zorlu sürecin bitmesinden korkuyorum. Ders çalışmaya bayıldığımdan ya da yukarıda bahsettiğim üzere mazoşist oluşumdan değil. Alışkanlıkların vazgeçilmesi zor şeyler olduğunu bildiğimden. Sene sonuna yaklaştıkça ders çalışmak hayatımızın daha da büyük bir parçası olacak ve son sınavdan da çıktığımızda, yani artık ders çalışmamıza gerek kalmadığında, birden nasıl bir boşluğun içine düşeceğimi ben bizzat az çok tahmin edebiliyorum. Çünkü statikocunun başı bir insan olarak ben, çalışma masamdaki en ufak yer değişikliğinden bile rahatsız oluyorum. (Ya sadist, ya mazoşistim gerçekten.) Her neyse ya, seneye bu zamanlar ben de facebook'uma BOĞAZİÇİ :)))))) GALATASARAY HEHEHE :))) filan yazsam üzülmem herhalde. Geçer geçer bu da geçer.
Tatil ödevim ve mazoşistliğim başlıklı ikinci bölümümüze gelecek olursak; aslında dershanenin ödev olarak verdiği soru sayısı yalnızca 1000'di. Ben yine bir ineklik örneği göstererek kendime +2000 soru yazdım ki, nasıl olsa bitiremeyeceğim, tatil sonunda programıma bakayım da yarısını bile yapmamış olduğumu fark edip bunalıma gireyim. Mazoşizmin başladığı yer tam olarak burası. (Yazının burasından itibaren kendime sesleniyorum.) "Ulan gerizekalı, madem sevinmek istiyorsun, yapabileceğin kadar ödev bulsana kendine. Elalem az ödev yapayım, az görünsün mutlu olayım diye uğraşır; sen kendime nasıl daha çok eziyet ederimin yollarını arıyorsun. Malsın, beyinsizsin kanka söyliyim ben sana." (Yazının burasından itibaren kendime seslenmiyorum.) İşin açıkçası, belki bir mucize olur da aşka gelirim, çözerim diye o kadar soru yazdım kendime. Hem belki çözmezsem vicdan azabı çekeceğimden korkarak çözerim. (Yazar burda ne dediğini kendi de bilmiyor.) Ya da bütün tatil dizi izlerim, bilmiyom.
Bu arada, o sarı parşömene I. Dünya Savaşı yazarken fark ettim de, Kopernik'in 600 yıl önce güneş merkezli gezegen teorisini bulması tarihe geçecek kadar önemli bir olay değil de, daha 100 yıl önce sayısız insanın birbirlerini hastalıklı fikirlerce katletmesi tarihe geçecek kadar önemli bir olay mı? Gerçekten, insanlar o utançtan sonra 'Ne yaparız da bu katliam, bu insanlık utancı diğer nesillerce öğrenilmez, asla haberleri olmaz bu pislikten?' diye düşünmemişler mi? Yoldaki yüz kişiden doksan sekiz tanesi Kopernik'in bu mucizevi buluşundan habersizken o insanların hepsinin bu ayıbı gözleri kapalı, zevk alarak anlatabilecek olması sizce de çok aşağılıkça değil mi? İnsanların savaşları unutturmaya çalışmasını geçtim, çocukluğumuzdan yaşlılığımıza kadar bize bunları evde, okulda zorla öğretmeye çalışmaları çok inanılmaz değil mi? İnsanları asla anlamayacağım.
Nazlı'nın 'bir ruh haliyle en fazla kaç ayrı konuda yazılır?' isimli yazısının sonuna gelmiş bulunuyorsunuz. Umarım minik de olsa bir şeyler anlatabilmişimdir. Ve umarım herkes istediği yerleri kazanabilmiştir.
13 Ağu 2012
#childhood
Hayata çocukların gözlerinden bakmamız gerektiğini savunup durduğum bir günün daha ardından, sabah dershaneye geç kalma pahasına apartmanın aşağısına, kedilerin yanına bıraktığım bir kap suyu akşam gelip de üzerinde çöplerle görünce azıcık daha nefret ettim büyümekten.
9 Ağu 2012
pollyanna'nın kız kardeşi gibi
Yatmadan önce kucağıma günlüğümü alıp eski yazılarımı karıştırmak ve bazen kendime 'nasıl yazmışım ben bunu?' düşünceleri eşliğinde hayret edip bazen de yine kendime 'ben neden böyle olmuşum ki?' yakınışlarıyla 10 üzerinden 3 puan vermek hobilerim arasındadır.
İlliyet bağından yoksun mutluluklarım da baya meşhurdur. Pollyanna'nın kız kardeşi gibi olurum bazen; ama bu seferki hem komik olmuş, hem de ne biliyim. Yorumu size bırakayım en iyisi.
14/12/2011 Çarşamba
'...Sabahtan beri türlü mutluluklar yaşıyorum. Aslında herhangi bir neden-sonuç ilişkisine bağlı değil bunlar, yalnızca gülüyorum. Yine de kendi şartlarımı (şerait) yaratabildiğim için oldukça şanslıyım. Buna istinaden söyleyebilirim ki insan nedensiz de mutlu olabilir. Daha açık olmak gerekirse, insan kendine olumlu sonuçlar doğuracak nedenler yaratabilir. (bkz: bugünkü salak sırıtışlarım) Örneğin müşkülpesent ve malumatfuruş (fuşur muydu yoksa) kelimelerini öğrenmiş olmak, neticesinde diğer insanlardan farklı olduğumu hissetmek; tüm insanlıktan, onların beyinsizce düşüncelerle yol açtığı savaşlardan, her gün bir nedeni olmaksızın ölen insanların elinde gücü tutan taraflarca önemsenmiyor olmasından ve şu dakikada yatakta bunları düşünüp tüm ecdadlarından bir açıklama bekliyor olan benden başka, önemsiz, dolu konularla kafasını meşgul eden; ama benim düşündüklerimle ilgili en ufak fikri bile olmayan diğer düşünme yetisine sahip varlıklardan nefret ediyorken bile içimin kıpır kıpır olmasına sebebiyet verebiliyor. İyi ki yaşıyorum.'
Beni yapmışlar güya; ama ben olmamışım. Belli belli. Oy.
İlliyet bağından yoksun mutluluklarım da baya meşhurdur. Pollyanna'nın kız kardeşi gibi olurum bazen; ama bu seferki hem komik olmuş, hem de ne biliyim. Yorumu size bırakayım en iyisi.
14/12/2011 Çarşamba
'...Sabahtan beri türlü mutluluklar yaşıyorum. Aslında herhangi bir neden-sonuç ilişkisine bağlı değil bunlar, yalnızca gülüyorum. Yine de kendi şartlarımı (şerait) yaratabildiğim için oldukça şanslıyım. Buna istinaden söyleyebilirim ki insan nedensiz de mutlu olabilir. Daha açık olmak gerekirse, insan kendine olumlu sonuçlar doğuracak nedenler yaratabilir. (bkz: bugünkü salak sırıtışlarım) Örneğin müşkülpesent ve malumatfuruş (fuşur muydu yoksa) kelimelerini öğrenmiş olmak, neticesinde diğer insanlardan farklı olduğumu hissetmek; tüm insanlıktan, onların beyinsizce düşüncelerle yol açtığı savaşlardan, her gün bir nedeni olmaksızın ölen insanların elinde gücü tutan taraflarca önemsenmiyor olmasından ve şu dakikada yatakta bunları düşünüp tüm ecdadlarından bir açıklama bekliyor olan benden başka, önemsiz, dolu konularla kafasını meşgul eden; ama benim düşündüklerimle ilgili en ufak fikri bile olmayan diğer düşünme yetisine sahip varlıklardan nefret ediyorken bile içimin kıpır kıpır olmasına sebebiyet verebiliyor. İyi ki yaşıyorum.'
Beni yapmışlar güya; ama ben olmamışım. Belli belli. Oy.
4 Ağu 2012
ergen olmanın dayanılmaz hafifliği
Artık depresyonda değilim sevgili gençler ve daima genç kalanlar! Yalnızca üç gece sürdü, veya iki. Gündüzleri gezdim tozdum, alışverişimi yaptım, hatta ilçe değiştirip nehir kenarında balık yedim. Geceleri de -yatağa yatıp kalkmam arasındaki zaman diliminde- işte siz ergenler depresyondayken ne yapıyorsanız onu yaptım. Tamam peki, biliyorum, ergen olmayı bile beceremiyorum. Telefonumu yalnızca son bir aydır düzenli olarak kullanıyorum, çünkü WhatsApp yükledim ve değişiklik olsun diye insanlarla muhabbet ediyorum. Hayatım boyunca hiç aylık sms'im olmadı, çünkü çok az sayıda arkadaşım var ve her gün gördüğüm insanlarla mesajlaşma fikri çok aptalca geliyor. Ha, eğer bir sevgilim olsaydı muhtemelen o zaman aylık sms paketim olurdu; lakin o da yok. Bu da ergenliğe henüz adım atamamış olduğumun bir kanıtı değil de nedir? Neyse, şaka bir yana gerçekten 17 yaşındaki akranlarımın yaptıkları çoğu şeyden zevk almıyor olmam zeka yaşımın 12 mi yoksa 28 mi olmasındandır bilmiyorum. Gerçi pek de umursamıyorum çünkü insanlar artık beni kabulleniyorlar.
Hâlâ Eskişehir'deyim ve burası bir Adanalı için oldukça soğuk. Hani şu devekuşu-kutupayısı sıcaklık-mekan grafiğim vardı ya (öyle bir grafiğim yok ama neden bir gün olmasın?) aynen o hesap işte. Ben devekuşuyum ve kutuplar benim için buz gibi. (bkz: yazının devamı nereye gidecek hiçbir fikrim yok) Gün boyu başka başka bloglar okudum ve farkına vardığım şey şu: Önceden ergen olarak nitelediğimiz canlı türünün en genç bireyleri bizlerdik; şimdiyse bizden küçükleri de var ve bakın şu an ne fark ettim? Büyüyoruz oğlum. Eşşek kadar olduk hepimiz ve bunu kendine dert edinen tek kişi ne yazık ki benim. Tüm arkadaşlarım üniversite hayalleri kurarken ben 'Ne tür bir teknoloji beni hep 4 yaşında tutardı acaba?' diye düşünüp duruyorum. Bunun yerine oturup geometri filan çözsem herkes daha mutlu olacak. Geometri demişken, ders çalışmayalı -hani ciddi anlamda çalışmayalı- 44 gün olmuş. Mukadderat, n'apalım? Her neyse, ne diyordum? Reşit olmama 5 ay kaldı ve ben bunu zaten aklımdan çıkaramazken sevgili ailemin her gün eve birilerini çağırıp küçüklük videolarımı kahkahalarla izlemelerinin pek yardımı olmuyor. Şebeğim ben sanki burda. İzle izle gül, di mi?
Evet, melankoliye bağlayacak olursam, NİYE BÜYÜYOM LAN BEN? Ne güzel yere serilmiş battaniye üzerinde otumuş, mıknatıslı harflerle isimlerimizi yazıyormuşum ya da ne biliyim, kahvaltıda sosis yiyip 'ekmek de ye kızım' yorumlarına maruz kalıyormuşum ve evet, çok mutluymuşum. Diyeceksiniz ki, şimdi çok mu mutsuzsun (malum üç harfli kısaltmalı küfür)? Değilim lan değilim ama düşünmem gereken tonlarca şey var. Ders çalışmam gerekiyor, 'hayır istemiyorum' diyip de her şeyi boşlamak gibi bir lüksüm yok. Eve misafir geldiğinde gidip merhaba demek zorundayım, düşünsenize ya 'bana mı geldin napiyim?' demek ya da yanına gitmeden içerde kitap okumak gibi bir hakkım yok. Yaşlı bir akrabamızı ziyaret ettiğimizde ya da, yaptığı her şeye yardım etme gönüllülüğünü göstermek zorundayım. O 'hayır güzelim ben hallederim' dese bile ben yardımı teklif etmek zorundayım çünkü büyüdüm, kocaman oldum ve küçükken anlayamadığım o sorumluluklar devamlı etrafımda dolanıyor. Bunların önemli veya büyük meseleler olmadığını biliyorum; yine de en ufak şekilde de olsa özgür olmadığımı bilmek iyi hissettirmiyor. Seneye üniversiteye başlayacağımı düşündükçe gayet net bir şekilde korkuyorum, çünkü büyümenin getirdiği ve aynı zamanda götürdüğü onca özgürlüğü bir kenara bırakacak olsam bile, yani yaşlanıyor olmak gerçekten hiç umrumda olmasa dahi, nasıl yemek yapacağımı, nasıl tek başıma uyuyabileceğimi ve kimse bana kahvaltı hazırlamadan nasıl kalkabileceğimi bilmiyorum. Sanırım büyümek bu değil, herkes bunu söylüyor; ama benim görebildiğim şeyler bunlar. Ve insanlar neden sorumluluk almaktan nefret ederken büyümeyi bu denli isteyebiliyorlar, bilmiyorum. Ve ben tembel bir insan bile değilken, bunca büyük işinin beni neden etkilediğini de bilmiyorum. Her neyse işte, şikayet ettiğimden değil. Melankolik olmak istedim sadece, oluyor mu diye bakayım dedim. Oldu. Ne dersem diyeyim büyüyeceğim, ailem yaşlanacak, arkadaş sohbetlerimiz gerilmeye başlayacak, hayat ciddileşecek ve bir süre sonra sokakta seksek oynayamayacağım nasıl olsa. O yüzden, yani hayatın nasıl olsa -her sabah güneşi aynı yerden doğurmak gibi- benden daha önemli işleri varken konuşmamın ya da isyan etmemin pek anlamı yok.
Nereden geldik biz bu konuya? Ergenlik diyordum değil mi? Aslına bakarsanız ergen olmak yetişkin olmaktan katlarca daha kötü. Yani bir mesleğe ve saygın, aklı başında iş arkadaşlarına sahip olmak, eminim ki hiçbir fikri olmadan konular hakkında yorum yapmaya çalışmaktan ve erkekler hakkında konuşmaktan (ergen olmaktan (bunları pek yapmıyorum)) daha kabul edilesi. Büyümenin saçmalığı hakkında çoğu kişinin de bana katılmadığı daha fazla yorum yapmak yersiz. Bence ben de büyümenin zevklerine varmaya başlasam iyi olur, aksi takdirde ne kadar mutlu bir yetişkinlik hayatımın olacağı muamma.
Bakın, ne demiş Meredith Grey: (Allaam dizi replikleri paylaşıyorum, kim dedi Nazlı ergen olamamış diye?!)
Remember when you were a kid and your biggest worry was like... if you'd get a bike for your birthday or if you'd get to eat cookies for breakfast. Being an adult: TOTALLY overrated. I mean seriously, don't be fooled by the hot shoes and great sex and no parents anywhere telling you what to do. Being an adult is responsibility. Responsibility really does suck. Really, REALLY sucks. Adults have to be places and do things and earn a living and pay the rent. And if you're training to be a surgeon, holding a human heart in your hands... Hello! Talk about responsibility! Kinda makes bikes and cookies look really really good, doesn't it? The scariest part about responsibility... When you screw up and let it slip right through your fingers. Responsibility. It really does suck. Unfortunately once you get past the age of braces and training bras, responsibility doesn't go away. It can't be avoided. Either someone makes us face it or we suffer the consequences. And still, adulthood has its perks. I mean the shoes, the sex, the no parents anywhere telling you what to do... That's pretty damn good.
(IMDB'ye teşekkürler.)
Bugün Eskişehir'de geçireceğim sondan ikinci gecem. Pazar sabahı trenle Ankara'ya gideceğiz. Günübirlik, gelmişken hadi gezelim tarzı, şehri dolaştıktan sonra akşam 18.00 uçağıyla Adana'ya dönüş... Alışmıştım oysa buraya. Hava soğuyor, bir haftaya kalmaz sonbahar kendini göstermeye başlar Eskişehir'de; ama ben Adana'ya, cehennem sıcağına, dönmek zorundayım. Pazar akşamı evimde olacağım (40 gündür odamda yatmıyorum) ve pazartesi sabahın 8.30'unda dershaneye gideceğim. İyi ki başlıyor ama, Doktorlar ve Aşk-ı Memnu'dan gına gelmişti. Hem, ders çalışmaya başka türlü başlayacağım da yok. (iyi hissetme çabaları vol1)
Burda yıllar sonra çocukluk arkadaşlarımı görmek, içten içe 'oha (malum küfür hihi) hayvan gibi olmuşlar' demek, 8-9 yıl önce bindiğim (sürmeyi bilmediğim için binemediğim) mor bisiklete binmek (bu sefer binebilmek) güzeldi. Sabahtan akşama kadar Grey's Anatomy izlemek de güzeldi tabii (o her daim güzel); ama keşke bir bölümü sekiz defa (mübalağa detected) izleyecek kadar salak olmasaymışım. Babam bana 'salağın kızı' diyor ve 'anneni kastediyorum ha' diye ekliyor. Bulaşık yıkamak, eğer isterseniz çok eğlenceli olabilir. Siz mutlu olmaya bakın, saçma filan ama, kuantum diye bir şey gerçekten var.
İyi geceler gençler ve daima genç kalanlar!
17 Tem 2012
okumayın, nefret ettim.
Üşüyordum. Hava, biz insanları hayvanlar için evimizin önüne bir kap su bırakmaya zorlayacak şekilde, iyi niyetimizin ve hâlâ oralarda bir yerde duran minicik insanlığımızın bile 'hayır' diyemeyeceği boyutta sıcak ve kurakken, ben, üşüyordum. Çok nadir esen o rüzgar herkesi sevindirirken benim tüylerim diken diken oluyordu. Ürperiyordum. Bazen ısınmak için ısı yeterli olmuyordu demek ki. Ne salak bir çelişkiydi. Bazen Leyla ile Mecnun bile güldürmüyordu seni. Bakın, bu da bir çelişki. Bazen seni ısıtması gereken şeyin buzdolabındaki magnet termometrenin gösterdiği derece olması yetmiyordu belki. Ben, üşüyordum. Sen... Ben, üşüyordum. Kimse ısıtmıyordu.
Doğru söyleyin. Hiçbirinizin hayatı, hiçbirinizin her günü muhteşem değil, di mi? Öyleyse eğer, gerçekten her gününüzü şapşal kahkahalarınızla geçiriyor ve hiç ağlamıyorsanız, üzüleceğim çünkü. Üzülmem belki. Kıskanabilirim. Sinirimden deli olabilirim. Belki mutlu olurum sizin adınıza. Yapabileceğim tek şey bu çünkü. İkinci tekil şahıslar için yapabileceğim tek şey hissetmek. Gerçekten, sizinle paylaşamadığım için özür dilerim.
Hani söylemezseniz içinizde kalan şeyler vardır ya, bazen haykırsanız da içinizde kalır. Bu yüzden mi söylemiyordum ben? İçimde kalacak olmasından mı korkuyordum? Ya da çoktan bağırmıştım da her şeye, herkese, yine de kalmıştı da içimde, ondan mıydı bu çaresizliğim, tekrar denemeye yeltenmeyişim?
Kendime bile anlatamadığın, yüzleşemediğin o şeyleri bir başkasına açıklamak çok zordu hep, hâlâ zor. Banyodayken aynaya bakıp gözlerinin dolmasını engellemeye çalışmak da hep zor. En azından bana öyle. Doğru söyleyin. Siz de yaşıyordunuz bunları, değil mi? Tek başıma omuzlarımda oluşu çünkü o yüklerin, onların yalnızca benim kamburumun çıkışına sebebiyet verecek olmaları... Bunu kabullenmek hepsinden zor.
Daha kötü bir senaryo da var ama, değil mi? Bir değil, birkaç tane belki. Daha kötüsü de var ve benim bu yüzden huzurlu olabilmem gerekiyor. Ama, ya siz, siz ne yapardınız, hayatınızdan tek bir adamı çıkardığınızda 17 yıllık tüm gözyaşlarınız bitecek olsaydı? Demem o ki, 17 yıldır her ağlayışınızın sebebi aynı kişi olsaydı, abartısız hem de. Hangisi daha zor, şimdi karar verin. Onunlayken ağlamak mı, onsuzken ağlamak mı?
Diğer yaşıtlarım gibi saçma aşk acıları çekmiyordum ben. Hiç çekmedim. Belki çekeceğim; ama bugün değil. Hayatımda uğraşılması gereken başka erkekler var. Bazılarının yıllarca didinip kendi ömründen feda ederek bugüne getirdiği başka erkekler.
Kalbimin ağrıması gerekirken benim neden sağ göğsüm ağrıyordu? Gözyaşlarım neden gözlerimden değil de burnumdan geliyordu? Neden bu kadar kolay sarhoş oluyordum ben? Neden başım döndüğünde gülmek yerine ağlamayı tercih ediyordum? Ben neden büyüyordum? O adam hâlâ ordayken, ben 4 yaşındayken hiçbir şey farklı bile değilken her şey nasıl oluyordu da öylesine güzel olabiliyordu? Ben her şeyi nasıl böyle güzel hatırlayabiliyordum? Neden etrafımdaki herkes beni 'olgun' sıfatının yanına yakıştırıyordu? Ben neden inanmıyordum buna? Onlar neden inanmadıkları şeylere bunca bel bağlıyorlardı? Herkes benden nasıl bu kadar çok şey bekleyebiliyordu da ben kendimde bu yeteneğin çeyreğini bile göremiyordum? Ben neden bu yaşta arkadaşlarımla alışveriş yapmak yerine büyümek zorunda kalıyordum? BEN NEDEN BÜYÜYORDUM?
Boğazda düğümlenen o yumru gibiydi hayat. Ne zaman acı vereceğini, ne zaman sessizce çekip gideceğini bilemiyordunuz. Korkuyla yaşanmazdı evet; ama pişmanlıkla yaşanabiliyordu. Nefret etmeniz gerekenlere taparak ve bunu neden yaptığınız hakkında tek açıklama yapamayarak yaşayabiliyordunuz. Siz nasıl yaşıyordunuz? Ben tek bir hayata tahammül edemezken hayat bunca insana nasıl dayanabiliyordu? Nasıl küfretmeden duruyordu? Yazarken nedenini bile unuttuğum bu duyguyu yaşamam mecburiyeti nedendi? Geçmiş nasıl yakıyordu canı bu kadar? Geçmişti işte, bitmiş. Neden bitemiyordu? İnsanın ömrü neden kısalıyordu? Ben neden kendime değil de diğerlerine üzülmekte bu kadar ısrarcıydım? Babama neden 'telefonuma para yükler misin?' diyemeyecek kadar aciz hissediyordum? Önceden bildiğim; ama bu akşam tekrar duyduğum o salak hikaye neden dilimi ısırmama, ellerimi tırnaklamama neden oluyordu? En çok kızdığımız kişiler neden ailemizdendi? Neden yalnızca arkadaşlarımıza kızamıyorduk da bırakıp gidebilelim? Aileyi bırakmanın arkadaşları bırakmaktan ne farkı vardı? Arkadaşları bırakmak o denli kolay mıydı? İNSAN NEDEN HAYATININ HER GÜNÜNDE MUTLU OLAMASINDI? Tanrı'nın bize bu kadar kızmasındaki neden neydi?
En kötüsü yine pişman olmak değil miydi? Bu yazıyı yazmak ve sonrasında dakikalarca silsem mi diye düşünmek kendime yaptığım en büyük saygısızlık değil de neydi? Hayır, bu burda duracaktı. Bense duygusal mazoşistliklerle bezenmiş bu realist yazıyı romantik Nazlı ile bitirecektim. Çünkü hayatta kalabilmenin tek yolu grileri pembe yapmaktı. Olmadı.
Doğru söyleyin. Hiçbirinizin hayatı, hiçbirinizin her günü muhteşem değil, di mi? Öyleyse eğer, gerçekten her gününüzü şapşal kahkahalarınızla geçiriyor ve hiç ağlamıyorsanız, üzüleceğim çünkü. Üzülmem belki. Kıskanabilirim. Sinirimden deli olabilirim. Belki mutlu olurum sizin adınıza. Yapabileceğim tek şey bu çünkü. İkinci tekil şahıslar için yapabileceğim tek şey hissetmek. Gerçekten, sizinle paylaşamadığım için özür dilerim.
Hani söylemezseniz içinizde kalan şeyler vardır ya, bazen haykırsanız da içinizde kalır. Bu yüzden mi söylemiyordum ben? İçimde kalacak olmasından mı korkuyordum? Ya da çoktan bağırmıştım da her şeye, herkese, yine de kalmıştı da içimde, ondan mıydı bu çaresizliğim, tekrar denemeye yeltenmeyişim?
Kendime bile anlatamadığın, yüzleşemediğin o şeyleri bir başkasına açıklamak çok zordu hep, hâlâ zor. Banyodayken aynaya bakıp gözlerinin dolmasını engellemeye çalışmak da hep zor. En azından bana öyle. Doğru söyleyin. Siz de yaşıyordunuz bunları, değil mi? Tek başıma omuzlarımda oluşu çünkü o yüklerin, onların yalnızca benim kamburumun çıkışına sebebiyet verecek olmaları... Bunu kabullenmek hepsinden zor.
Daha kötü bir senaryo da var ama, değil mi? Bir değil, birkaç tane belki. Daha kötüsü de var ve benim bu yüzden huzurlu olabilmem gerekiyor. Ama, ya siz, siz ne yapardınız, hayatınızdan tek bir adamı çıkardığınızda 17 yıllık tüm gözyaşlarınız bitecek olsaydı? Demem o ki, 17 yıldır her ağlayışınızın sebebi aynı kişi olsaydı, abartısız hem de. Hangisi daha zor, şimdi karar verin. Onunlayken ağlamak mı, onsuzken ağlamak mı?
Diğer yaşıtlarım gibi saçma aşk acıları çekmiyordum ben. Hiç çekmedim. Belki çekeceğim; ama bugün değil. Hayatımda uğraşılması gereken başka erkekler var. Bazılarının yıllarca didinip kendi ömründen feda ederek bugüne getirdiği başka erkekler.
Kalbimin ağrıması gerekirken benim neden sağ göğsüm ağrıyordu? Gözyaşlarım neden gözlerimden değil de burnumdan geliyordu? Neden bu kadar kolay sarhoş oluyordum ben? Neden başım döndüğünde gülmek yerine ağlamayı tercih ediyordum? Ben neden büyüyordum? O adam hâlâ ordayken, ben 4 yaşındayken hiçbir şey farklı bile değilken her şey nasıl oluyordu da öylesine güzel olabiliyordu? Ben her şeyi nasıl böyle güzel hatırlayabiliyordum? Neden etrafımdaki herkes beni 'olgun' sıfatının yanına yakıştırıyordu? Ben neden inanmıyordum buna? Onlar neden inanmadıkları şeylere bunca bel bağlıyorlardı? Herkes benden nasıl bu kadar çok şey bekleyebiliyordu da ben kendimde bu yeteneğin çeyreğini bile göremiyordum? Ben neden bu yaşta arkadaşlarımla alışveriş yapmak yerine büyümek zorunda kalıyordum? BEN NEDEN BÜYÜYORDUM?
Boğazda düğümlenen o yumru gibiydi hayat. Ne zaman acı vereceğini, ne zaman sessizce çekip gideceğini bilemiyordunuz. Korkuyla yaşanmazdı evet; ama pişmanlıkla yaşanabiliyordu. Nefret etmeniz gerekenlere taparak ve bunu neden yaptığınız hakkında tek açıklama yapamayarak yaşayabiliyordunuz. Siz nasıl yaşıyordunuz? Ben tek bir hayata tahammül edemezken hayat bunca insana nasıl dayanabiliyordu? Nasıl küfretmeden duruyordu? Yazarken nedenini bile unuttuğum bu duyguyu yaşamam mecburiyeti nedendi? Geçmiş nasıl yakıyordu canı bu kadar? Geçmişti işte, bitmiş. Neden bitemiyordu? İnsanın ömrü neden kısalıyordu? Ben neden kendime değil de diğerlerine üzülmekte bu kadar ısrarcıydım? Babama neden 'telefonuma para yükler misin?' diyemeyecek kadar aciz hissediyordum? Önceden bildiğim; ama bu akşam tekrar duyduğum o salak hikaye neden dilimi ısırmama, ellerimi tırnaklamama neden oluyordu? En çok kızdığımız kişiler neden ailemizdendi? Neden yalnızca arkadaşlarımıza kızamıyorduk da bırakıp gidebilelim? Aileyi bırakmanın arkadaşları bırakmaktan ne farkı vardı? Arkadaşları bırakmak o denli kolay mıydı? İNSAN NEDEN HAYATININ HER GÜNÜNDE MUTLU OLAMASINDI? Tanrı'nın bize bu kadar kızmasındaki neden neydi?
En kötüsü yine pişman olmak değil miydi? Bu yazıyı yazmak ve sonrasında dakikalarca silsem mi diye düşünmek kendime yaptığım en büyük saygısızlık değil de neydi? Hayır, bu burda duracaktı. Bense duygusal mazoşistliklerle bezenmiş bu realist yazıyı romantik Nazlı ile bitirecektim. Çünkü hayatta kalabilmenin tek yolu grileri pembe yapmaktı. Olmadı.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)







