Yayın penceresi çok hızlı açıldı ya. Ne yazacağıma henüz karar vermemiştim ben.
İç Anadolu'nun karasallığından nasıl olup da kurtulabildiğini anlayamadığım, çevresindeki her yer bozkırla kaplıyken buranın nasıl yemyeşil olduğunu sorgulayıp durduğum lakin bir cevap da alamadığım, dün Yalan Dünya'daki tabirle 'Venedik gibi olan' Eskişehir'den merhaba.
Haziranın 22'sinden beri dershanesiz bir hayat sürüyorum. 'Tabii ki ders çalışmıyor, nedense başka sosyal aktivitelerde de bulunmuyorum' diyecekken, neden babama takılmayıp önce Antalya'ya, sonra da Eskişehir'e gitmeyeyim diye sordum kendime. Nitekim de güzel soruymuş. Olur tabii, neden olmasın dedim. Salı günü uçakla Antalya'ya gittik. Babamın işleri bittikten sonra da Eskişehir'e, babaannemin evine, geçtik. Bu esnada zavallı annemin Adana'daki işleri sürüyordu tabii; ama anladığım kadarıyla o bizden kurtulduğu için gayet mutlu. Ara sıra beni arayıp DERS ÇALIŞ diye çemkiriyor ama olsun. Ders çalışmamakta ısrarcıyım, o kadar ödev ağustosa nasıl yetişecek, onu da bilmiyorum.
Bu blog iyice sıkıcı bir yer olmaya başladı, farkındayım. Ama ne yapabilirim, hayatım çok sıkıcı. Vodemim oturma odası ya da salon veyahut mutfak gibi ev içi bilimum yerlerde çekmediğinden balkonda bilgisayarla oturuyorum. Adana'da olsaydım bunu yapamazdım, çünkü saat şu an öğleden sonra 5 ve burda güneş üstüme vuruyor olsa bile terlemem mümkün değil. Ama nedendir bilinmez, karşılaştığım herkesin havanın çok sıcak olduğu yönünde tezleri var ve benim bunları çürütmekten canım çıktı. 'Hayır, hava sıcak falan değil. Nefes alabildiğiniz sürece de hava sıcak değildir. Bir kere daha böyle bir şey söylerseniz sizin ağzınızı burnunuzu dağıtmakla kalmayacak, bir de Adana'ya tatile çağıracağım. Lan Allah aşkına battaniyeyle yatıyorsunuz, ne sıcağı?!' Umarım can sıkıcı da olsa anlamlı bir mesaj verebilmişimdir.
Dün akşam itibariyle Erdal Demirkıran'ın 'Parayı Bulduğum An Alayını' başlıklı kitabına başladım. (Erdal deyince aklıma Erdal Bakkal geldi ama bu bambaşka bir konu.) Şimdilik iyi gidiyor. Kitabı zannedersem nisan ayında bir arkadaşımdan almıştım. Hâlâ istememiş olması çok iyi, çünkü o kitap aylardır çantamda taşınmaktan kitaplığını yitirdi. Hani aylardır çantamda; ama yeni başlıyorum, dikkat ettiyseniz. Neyse işte, sanırım aynı kitaptan bir tane daha almam gerekiyor. Kitap okumak şu sıra sahip olduğum en sosyal aktivite. Bunun dışında uyuyor, zamanında insanların yapmasına kızdığım şekilde her hareketimin tweet'ini atıyor (yakında 'işiyorum şimdi' yazıcam), hah bir de durmadan televizyon izliyorum. (Aşk-ı Memnu çok entrikalı bir yerinde, Doktorlar bu hafta içi başlıyormuş, bilgisayarımda kayıtlı HIMYM'lerin hepsi bitti, bir de TRT'de Süper Dadı diye bir şey keşfettim.)
Neymiş bu Süper Dadı derseniz, çok eğlenceli bir şey. Muhtemelen benden 10-15 yaş üstü kişileri izleyici kitlesi olarak seçmiş, çocuk bakımında yapılması gerekenleri anlatırken sizi iyi birer ebeveyn olma yolunda emin adımlarla ilerleten bir program. Senin derdin ne de izliyorsun diyorsanız, ben baya gülüyorum. Şimdi Süper Dadı dediğimiz esas kadınımız zannedersem psikoloji eğitimi almış Yeşim Hanım. Bu kadını, çocuk bakımında engellerle karşılaşmış ve çocuklarıyla iletişim kuramamaktan şikayetçi ebeveynler evlerine çağırıyorlar. Yeşim Hanım da 7 günlük çalışma sonunda, çocukları değil, ebeveynleri değiştirerek evde huzur ortamını sağlıyor. Kameraya ilk kez elinde terlik, iğne vb. korkutma araçlarıyla görünen annemiz, Yeşim Hanım'dan sonra bir iyilik meleğine dönüşüveriyor. Bu 7 günlük çalışmaların içinde birsürü de oyun var. Ailemiz gayet eğlenerek birlikte 'kaliteli zaman' adını verdiğimiz süre zarfları geçirirken ben babama 'Küçükken benimle neden kaliteli zaman geçirmediniz?' gibisinden yakarışlarda bulunuyorum. Tabii bu esnada da devamlı gülüyorum. Bir de yok düşünme sandalyesi, yok düşünme odası adını verdiğimiz, çocukları düşünmeye teşvik eden birçok zamazingo da var ki, onlar da takdire şayan. Neyse yani. İzlemek isterseniz Süper Dadı hafta içleri TRT 1'de öğleden sonra 3 gibi başlıyor. Ama izlemeyin. Ben ettim, siz etmeyin. Gidin film falan izleyin, denize girin, kitap okuyun. İyi şeyler yapın tatilde de, eylül gelince pişman olmayın.
Şimdi ben, boş hayatımın boş akşam üstüne geri dönecekken bilgisayarımın şarjı bitmek üzere ve balkonda yerde oturduğumdan üstümü başımı karıncalar istila etti. İçerde de beni bekleyen yeni sayı Penguen'im var. İyi iyi, hayat iyi. Doktorlar da başlıyor hem, oooh çok iyi. İyi tatiller herkese!
30 Haz 2012
17 Haz 2012
Haziranda Adana, sinemalarda!
Bir haziran akşamının Adana'sından merhaba. Ülkemin her yerinde insanlar 'Hava çok sıcak, pof ya!' serzenişlerinde bulunurken ben hepsine teker teker küfrediyorum. Çünkü burası Adana. Aylardan haziran, hava 79 derece. Orda duracaksın yani! Adana varken senin şehrine sıcak olmak düşmez.
Dünya meteoroloji haritasına baktığım şu dakika içinde Kuveyt'in 46, Mekke'nin de 44 derece olduğunu öğrendim. Ama bakın: Biz rekora koşuyoruz. Aslında haziranın ikinci haftasına kadar her şey çok iyi gitmişti. Hatta ilkbaharda bile bahardan çok kış yaşamıştık biz. Alışkın değildik falan ama mutluyduk. Çok mutluyduk ulan şimdi havaya bakın!
Günlerimin genelde dershanede geçtiği hafta içleri hiçbir sorun yok. Çünkü sevgili klimamız ve biz devamlı üşüyoruz. Ama iki gündür evde olduğum şu hafta sonu?! Oturma odasından dışarı çıkmadım iki gündür. Mutfağa giderken bile sorun oluyor. E ben bir de balkona çıktım dün mikser aramak için. (Mikser gerçekten ne arıyordu balkonda?!) Günün birinde yolunuz Adana'ya düşerse diye söyleyeyim, yazın herhangi bir ayı içinde -hangisi olduğu hiç fark etmez- güneş gören bir yere çıkmayın. Hatta azıcık aklınız varsa mayıs-ekim arası Adana'ya uğramayın! Hangi salak bin yıl önce yerleşmiş buraya, hâlâ bunu irdeliyorum. Yok ama, cehennem kesinlikle Adana'nın altında. Bu yüzden hiçbirimiz yabancılık çekmeyeceğiz. Her neyse. Ne diyordum? Hah işte, balkona çıkmamla beraber yüzüme %14364156 nemle 89 derece sıcaklığın vurması bir oldu. O sırada güneş ve yüksek buharlaşma yüzdesiyle verdiğim o yaşam savaşı var ya, onu hiçbir gerilim filminde bulamazsınız. Böyle de iddia ederim. Balkonda aradığımı da bulamadım zaten. Kaçtım hemen. Odaya döndüm, klima beni bütün anaçlığıyla kucakladı. Onu çok seviyorum.
Diyeceğim o ki sevgili okurlar; lütfen nem size hâlâ nefes almanız için bir şans veriyorken 'Hava çok sıcak yaaaa, of!' nidalarında bulunmayın. Bize dokunuyor zira. Hassas konular bunlar. Adana hiç de iyi bir şeyin kafası değil. Ama olsun, maç var. Klimamız da var. Habitatımı çok seviyorum şu an. Esen kalın.
Etiketler:
Adana,
complaining,
haziran,
yaz
10 Haz 2012
merhaba medüzler!
Dayımların yazlığından yeni döndük. Yani aslında onlar hâlâ orda ama ben döndüm. Ben döndüm çünkü benim dershanem var. Benim, yarın kaçta olduğunu bile bilmediğim bir edebiyat dersim var. Yazlığa götürdüğüm ve iki günde tahminimce 3 test bitirebildiğim bir coğrafya ve geometri soru bankam var. İşlerim var anlayacağınız. Planladığım ve teoride işime çok yarayacak olan; lakin benim kılımı kıpırdatma isteğimin yokluğundan pratikte bana bir getirisi olmayan onlarca işim var. Bitirmem gereken konular, çözmem gereken sorular var.
Artık son sınıfım çünkü. Nasıl olup da bu kadar büyüdüğümü, ilkokulun, sonrasında lisenin nasıl bu kadar çabuk bitebildiğini anlamıyorum. Miniciğim ben daha ya! Yemek yapamıyorum henüz. Makarna ve pilavın ötesine hiç geçemedim. Elimi kesmeden salata yapmayı geçen yaz öğrendim. Bulaşık makinesinin nasıl çalıştığını bilmiyorum. Makineye atılacak çamaşırları hangi kriterlere göre ayırmam gerektiğini bilmiyorum. Ama güya 17 yaşındayım. Belli bir olgunluğa ve bir ağırlığa erişilmiş olunması gereken yaştayım. Ama daha dün akşam üzeri evin karşısındaki parkta kuzenlerimle salıncakta sallanıp kaydıraktan kaydım. -Yani sorun sadece bende değil; ailede, genetik.-
Yakınmıyorum ama, biliyor musunuz? Çünkü, her ne kadar çocuk kalabilme fikri hep daha cazip gelse de bana, ütopik hayaller peşinde koşmanın elime somut şeyler veremeyeceğinin farkına vardım. Büyümekten korkuyorum; ama büyümem gerekiyor. Evet, evet. Yakınmıyorum. Çünkü hayatımı sınavların yönettiği şu yaşımda kendi kararlarımı alma şansım var. İnsanlara ne isteyip ne istemediğimi söyleyerek geleceğime yön verme şansım da var. Hafta sonumu evde dizi izleyip ders çalışmaya çalışarak mı, yoksa Adana'nın en güney ilçesinde denize girip kafamı dinleyerek mi geçirmek istediğime ben karar verdim mesela. Kimse de 'Hayır, bizim dediğimiz olacak.' demedi.
Cuma öğleden sonra karnemi aldım, eve geldim, azıcık gecikmeyle yola çıktık. Uzak değil zaten, 45 dakikaya deniz seviyesine varmıştık. İndirgenmiş sıcaklıkla gerçek sıcaklık arasında fark yoktu, çünkü rakım 0'dı. (Coğrafya çalışıyorum.) Arabada başlayan bu tip bilgiçliklerim hiç son bulmadı ne yazık ki. Ne zaman düzelir, insana benzerim, bilmiyorum. Her neyse. Havuz henüz dolmamış olduğundan cuma akşamı denize girdik. Hepimiz için hava hoştu bence, deniz varken havuzu kim ne yapsın zaten. Ama kısacık tatilimizin en şirin ve atraksiyonlu yanı, deniz analarıyla birlikte yüzdüğümüz cumartesi günüydü. Sabah yapılan kahvaltının ardından bikiniler giyildi, parmak arası terliklerle denize doğru yürünmeye başlandı ve yürüyüş deniz kenarında da bir süre devam etti. Havlularımızı koyup terliklerimizi çıkarmamız ve akabinde denize adım atmamızla, kafilemizden birkaç kişinin hafif tırsak bir ses tonuyla deniz analarının varlığını bildirmesi bir oldu. Sonra bir baktık ki gerçekten zibilyon tane deniz anası kıyıda 'Gel yavrum, gel annecim' diyerek denize sahip çıkıyorlar. (Hangisi gerçek anne'ydi asla öğrenemedik...) Yaşanan hayalkırıklığı, 'lan biz denize girecektik' şeklinde uzun süre varlığını sürdüren mutsuzluk anları derken, yani biz kızlar aramızda bunları tartışırken, kafilemizin erkek üyeleri çoktan yüzmeye başlamışlardı bile. Kıyıdan seslendik onlara, 'deniz anası var, ne yapıyorsunuz siz?' dedik ama pek oralı olmadılar. Yani anladığımız kadarıyla 'sevgili beyne sahip olmayan şemsiyeler' sadece kıyıdalarmış, onların yüzdüğü yerde yoklarmış. Öyle bir iddiada bulundular en azından.
Ama biz tırsmışız bir kere. Süngerbob'da var çünkü açıkçası, ben biliyorum. Baya da çarpıyorlar; ama yavru bunlar, minicik hepsi. Ayrıca yüzmeye gelmişiz biz, kandırılmaya da oldukça açığız. Biri gelse etraftan, 'yok bunlar zarar vermez, bir şey yapmazlar' dese anında atlayacağız suya; ama daha tatil sezonu bile açılmadı ki, kimse yok etrafta. Her neyse işte, 'nasıl olsa erkekler girdi, hem o tarafta da yokmuş zaten, kıyıdan şunların üstünden atlaya atlaya geçeriz, açılınca da sorun kalmaz işte, hem anne lan bunlar, şefkatlidirler kesin' tarzı salak saçma kandırmalarla hep birlikte çığlıklar eşliğinde girdik denize. Şimdi deseniz girmem.
Yüzdük baya, hâlâ tırsıyoruz tabii; ama deniz sonuçta, köpek balığı bile olabilirdi, açık deniz malum. Dedik şükredelim halimize. Baya 'buraya gelmesinler, gelseler de şanslarını azaltalım, değmesinler bize' diye, bulunduğumuz yerde hiç hareketsiz kalmamaya özen göstererek uzunca bir müddet yüzdük. Sonra artık ayaklarımıza, kollarımıza türlü türlü şeyler değmeye başladı da, bilmiyorum balık mıydı, deniz anası mıydı, bari şansımızı daha fazla zorlamayalım diyerek çıktık.
Tabii bu 'çıkış' da öyle hemencecik olmadı. Belli bir yere kadar yüzüyorsunuz tamam da, kıyıya yaklaştıkça bir adrenalin patlamasıdır geliveriyor. Denizin yüzeyine baksan bir türlü, bakmasan bir türlü. Şeffaf şeffaf, böyle salak, tiksinç şeyler... İp gibi dizilerek çıkmaya çalışıyoruz da, her yerdeler. Sola dönüyoruz, bir adım atıyoruz, aramızdan birisi bağırıyor 'Burda da var!' diye. Sağa dönüyoruz tekrar, ben görüyorum bu sefer. Yine bir çığlık seferi... Yok yani bunun sonu. Bir tane değil, iki tane değil çünkü. Baya milyonlarcaymış gibi gelmişti bana. Her neyse. Artık koşalım bari dedik, ne olacaksa olsun, en azından stres süremizi azaltırız. Koşarak ve hiç fire vermeden çıktık. Ama gerçekten çarpmıyorlar mıydı, yoksa bizi mi sevdiler, sempatik mi geldik, bilemiyorum. Çok şanslıyızdır belki de, hiçbirine değmemişizdir. Bilmiyorum yani. Artık hepimiz birer Survivor'ız.
Ha unutmadan, kıyıya vurup ölmüş denizanalarını da -iki tane gördük- bize zarar vermedikleri gerekçesiyle teşekkür amaçlı kıbleye doğru gömdük. Çünkü güneşte kalınca buharlaşıyorlar, öyle biliyorum. Bunu dile getirdim, yine bir bilgiçlik, bir ukalalık damgası. Kötü bir insan değilim ben ya! Neyse işte. Üstlerine mezar taşı diktik, yosunlardan çiçek falan. Dua ettik bir de. Ha, bizi çarpmış olsalardı yapmaz mıydık? Canımızı yaktınız, ne haliniz varsa görün der miydik? Demezdik. Çünkü biz, hayvan haklarına saygılı, doğanın üstünlüğüne inanan iyi bireyleriz.
Ne kadar çirkin, şeffaf, jöle kıvamında, tentaküllü ve can yakan omurgasızlar olsalar da onlar, biz onları çok sevdik! Diye de saçmalamaya devam etmeden yazımı bitiriyorum. Bu da böyle bir anımızdı işte, yarın sevgili ders hayatım yeniden başlayacak. Ama benim istediğim tek şey yüzmek. Tatiller bana hiç yaramıyor!
Artık son sınıfım çünkü. Nasıl olup da bu kadar büyüdüğümü, ilkokulun, sonrasında lisenin nasıl bu kadar çabuk bitebildiğini anlamıyorum. Miniciğim ben daha ya! Yemek yapamıyorum henüz. Makarna ve pilavın ötesine hiç geçemedim. Elimi kesmeden salata yapmayı geçen yaz öğrendim. Bulaşık makinesinin nasıl çalıştığını bilmiyorum. Makineye atılacak çamaşırları hangi kriterlere göre ayırmam gerektiğini bilmiyorum. Ama güya 17 yaşındayım. Belli bir olgunluğa ve bir ağırlığa erişilmiş olunması gereken yaştayım. Ama daha dün akşam üzeri evin karşısındaki parkta kuzenlerimle salıncakta sallanıp kaydıraktan kaydım. -Yani sorun sadece bende değil; ailede, genetik.-
Yakınmıyorum ama, biliyor musunuz? Çünkü, her ne kadar çocuk kalabilme fikri hep daha cazip gelse de bana, ütopik hayaller peşinde koşmanın elime somut şeyler veremeyeceğinin farkına vardım. Büyümekten korkuyorum; ama büyümem gerekiyor. Evet, evet. Yakınmıyorum. Çünkü hayatımı sınavların yönettiği şu yaşımda kendi kararlarımı alma şansım var. İnsanlara ne isteyip ne istemediğimi söyleyerek geleceğime yön verme şansım da var. Hafta sonumu evde dizi izleyip ders çalışmaya çalışarak mı, yoksa Adana'nın en güney ilçesinde denize girip kafamı dinleyerek mi geçirmek istediğime ben karar verdim mesela. Kimse de 'Hayır, bizim dediğimiz olacak.' demedi.
Cuma öğleden sonra karnemi aldım, eve geldim, azıcık gecikmeyle yola çıktık. Uzak değil zaten, 45 dakikaya deniz seviyesine varmıştık. İndirgenmiş sıcaklıkla gerçek sıcaklık arasında fark yoktu, çünkü rakım 0'dı. (Coğrafya çalışıyorum.) Arabada başlayan bu tip bilgiçliklerim hiç son bulmadı ne yazık ki. Ne zaman düzelir, insana benzerim, bilmiyorum. Her neyse. Havuz henüz dolmamış olduğundan cuma akşamı denize girdik. Hepimiz için hava hoştu bence, deniz varken havuzu kim ne yapsın zaten. Ama kısacık tatilimizin en şirin ve atraksiyonlu yanı, deniz analarıyla birlikte yüzdüğümüz cumartesi günüydü. Sabah yapılan kahvaltının ardından bikiniler giyildi, parmak arası terliklerle denize doğru yürünmeye başlandı ve yürüyüş deniz kenarında da bir süre devam etti. Havlularımızı koyup terliklerimizi çıkarmamız ve akabinde denize adım atmamızla, kafilemizden birkaç kişinin hafif tırsak bir ses tonuyla deniz analarının varlığını bildirmesi bir oldu. Sonra bir baktık ki gerçekten zibilyon tane deniz anası kıyıda 'Gel yavrum, gel annecim' diyerek denize sahip çıkıyorlar. (Hangisi gerçek anne'ydi asla öğrenemedik...) Yaşanan hayalkırıklığı, 'lan biz denize girecektik' şeklinde uzun süre varlığını sürdüren mutsuzluk anları derken, yani biz kızlar aramızda bunları tartışırken, kafilemizin erkek üyeleri çoktan yüzmeye başlamışlardı bile. Kıyıdan seslendik onlara, 'deniz anası var, ne yapıyorsunuz siz?' dedik ama pek oralı olmadılar. Yani anladığımız kadarıyla 'sevgili beyne sahip olmayan şemsiyeler' sadece kıyıdalarmış, onların yüzdüğü yerde yoklarmış. Öyle bir iddiada bulundular en azından.
Ama biz tırsmışız bir kere. Süngerbob'da var çünkü açıkçası, ben biliyorum. Baya da çarpıyorlar; ama yavru bunlar, minicik hepsi. Ayrıca yüzmeye gelmişiz biz, kandırılmaya da oldukça açığız. Biri gelse etraftan, 'yok bunlar zarar vermez, bir şey yapmazlar' dese anında atlayacağız suya; ama daha tatil sezonu bile açılmadı ki, kimse yok etrafta. Her neyse işte, 'nasıl olsa erkekler girdi, hem o tarafta da yokmuş zaten, kıyıdan şunların üstünden atlaya atlaya geçeriz, açılınca da sorun kalmaz işte, hem anne lan bunlar, şefkatlidirler kesin' tarzı salak saçma kandırmalarla hep birlikte çığlıklar eşliğinde girdik denize. Şimdi deseniz girmem.
Yüzdük baya, hâlâ tırsıyoruz tabii; ama deniz sonuçta, köpek balığı bile olabilirdi, açık deniz malum. Dedik şükredelim halimize. Baya 'buraya gelmesinler, gelseler de şanslarını azaltalım, değmesinler bize' diye, bulunduğumuz yerde hiç hareketsiz kalmamaya özen göstererek uzunca bir müddet yüzdük. Sonra artık ayaklarımıza, kollarımıza türlü türlü şeyler değmeye başladı da, bilmiyorum balık mıydı, deniz anası mıydı, bari şansımızı daha fazla zorlamayalım diyerek çıktık.
Tabii bu 'çıkış' da öyle hemencecik olmadı. Belli bir yere kadar yüzüyorsunuz tamam da, kıyıya yaklaştıkça bir adrenalin patlamasıdır geliveriyor. Denizin yüzeyine baksan bir türlü, bakmasan bir türlü. Şeffaf şeffaf, böyle salak, tiksinç şeyler... İp gibi dizilerek çıkmaya çalışıyoruz da, her yerdeler. Sola dönüyoruz, bir adım atıyoruz, aramızdan birisi bağırıyor 'Burda da var!' diye. Sağa dönüyoruz tekrar, ben görüyorum bu sefer. Yine bir çığlık seferi... Yok yani bunun sonu. Bir tane değil, iki tane değil çünkü. Baya milyonlarcaymış gibi gelmişti bana. Her neyse. Artık koşalım bari dedik, ne olacaksa olsun, en azından stres süremizi azaltırız. Koşarak ve hiç fire vermeden çıktık. Ama gerçekten çarpmıyorlar mıydı, yoksa bizi mi sevdiler, sempatik mi geldik, bilemiyorum. Çok şanslıyızdır belki de, hiçbirine değmemişizdir. Bilmiyorum yani. Artık hepimiz birer Survivor'ız.
Ha unutmadan, kıyıya vurup ölmüş denizanalarını da -iki tane gördük- bize zarar vermedikleri gerekçesiyle teşekkür amaçlı kıbleye doğru gömdük. Çünkü güneşte kalınca buharlaşıyorlar, öyle biliyorum. Bunu dile getirdim, yine bir bilgiçlik, bir ukalalık damgası. Kötü bir insan değilim ben ya! Neyse işte. Üstlerine mezar taşı diktik, yosunlardan çiçek falan. Dua ettik bir de. Ha, bizi çarpmış olsalardı yapmaz mıydık? Canımızı yaktınız, ne haliniz varsa görün der miydik? Demezdik. Çünkü biz, hayvan haklarına saygılı, doğanın üstünlüğüne inanan iyi bireyleriz.
Ne kadar çirkin, şeffaf, jöle kıvamında, tentaküllü ve can yakan omurgasızlar olsalar da onlar, biz onları çok sevdik! Diye de saçmalamaya devam etmeden yazımı bitiriyorum. Bu da böyle bir anımızdı işte, yarın sevgili ders hayatım yeniden başlayacak. Ama benim istediğim tek şey yüzmek. Tatiller bana hiç yaramıyor!
3 Haz 2012
msn kullanma kılavuzu, yıl: 2007
Msn vardı ya hani bir aralar... Neden bilmiyorum, aklıma geldi, gideyim bi açayım, her şey aynı mı diye bakayım dedim. O biri yeşil biri mavi iki adam hâlâ dönüyorlar, inanır mısınız!!! Eskiden bilgisayarı açar açmaz msn de otomatik olarak açılırdı. Nostalji yaptım o yüzden az önce, kötü oldum, bi şey oldum. Gruplar var hâlâ, yok 'akrabalar', yok 'aile', bilmem 'arkadaşlar'. Mal mıymışız ki? Hani şimdi ergenim, salağım falan da o zamanlar niye öyleymişim? Hani inkar da etmesin lütfen akranlarım, hepimiz o yollardan geçtik. Birbirimize 'bana icon göndersene' dedik. Salak kişisel iletiler yazdık lan yıllarca. Net hatırlıyorum, '<buraya kişisel bir ileti yazın>' yazan eski msn sürümünde herkes en az bir kere iletisini 'kişisel bir ileti' olarak değiştirmişti. Yemin ediyorum, beynimiz yokmuş. Biri de gelip uyarmamış ki, 'lan siz napıyosunuz abicim, adam olun, akıllı olun, amacına uygun kullanın şu msn'i ' diye. Amacı neyse artık.
Neyse işte. Dikkat çekmek için art arda çevrim-içi - çevrim-dışı olmalar. Yarasalı, baykuşlu, zihinden yoksun hareketlerle oluşturulmuş asi nickler. Yok yok, şimdiki nesil kötü yetişiyor yetişmesine de, biz de sütten çıkmış ak kaşık değilmişiz yani. 'Ne dinlediğimi göster' özelliği vardı bir de. Havalı olmaya çalışmak için hep yabancı şarkılar dinlerdik. Mavi mavi, nickinin altında yazardı 'Avril Lavigne - Sk8er Boi' diye. Ah ortaokul yıllarım, her şeklinizle rezilmişsiniz ya. Valla. Kusura bakmayın ama, öyle işte. Olsun ama. Seviyorum sizi. A'ya basınca çıkan o gerzek simli pullu parlak A harfini de. Karşılıklı kamera açıp XOX oynamayı da. Bayrak mı ne vardı bi de, abi hep kazanırdım lan, ne salakmışız. Öyle yani gençler, sevin geçmişinizi, maziyi falan. Gelmiyorlar çünkü bir daha.
-Ahahaha bak şimdi geldi aklıma, öpücük gönderme şeyi vardı. Neydi o, hareketli göz kırpması falan.-
Sevgiler, hürmetler.
Neyse işte. Dikkat çekmek için art arda çevrim-içi - çevrim-dışı olmalar. Yarasalı, baykuşlu, zihinden yoksun hareketlerle oluşturulmuş asi nickler. Yok yok, şimdiki nesil kötü yetişiyor yetişmesine de, biz de sütten çıkmış ak kaşık değilmişiz yani. 'Ne dinlediğimi göster' özelliği vardı bir de. Havalı olmaya çalışmak için hep yabancı şarkılar dinlerdik. Mavi mavi, nickinin altında yazardı 'Avril Lavigne - Sk8er Boi' diye. Ah ortaokul yıllarım, her şeklinizle rezilmişsiniz ya. Valla. Kusura bakmayın ama, öyle işte. Olsun ama. Seviyorum sizi. A'ya basınca çıkan o gerzek simli pullu parlak A harfini de. Karşılıklı kamera açıp XOX oynamayı da. Bayrak mı ne vardı bi de, abi hep kazanırdım lan, ne salakmışız. Öyle yani gençler, sevin geçmişinizi, maziyi falan. Gelmiyorlar çünkü bir daha.
-Ahahaha bak şimdi geldi aklıma, öpücük gönderme şeyi vardı. Neydi o, hareketli göz kırpması falan.-
Sevgiler, hürmetler.
test çözerken felsefe yapabilmek
'Ancak aptallar ve ölüler düşüncelerini hiç değiştirmezler.'
Türkçe testi çözerken karşılaştığım işbu cümle yüzünden kitabı bırakarak kendimi daha iyi şeyler yapmaya adadım. Sonrasında da kimya çözdüm.
Meselemiz bu değil ancak. Çok eskiden karalamış olduğum bir yazı geldi aklıma. Odamı birazcık dağıtarak eski günlüğümü buldum, karıştırdım. Birkaç ay öncesinin tarihi altında, yazı aynen şöyle:
'...kendi fikirleriyle en çok çelişen insanların en çok düşünenler olduğuna karar verdim; kendi paradokslarımı meşrulaştırmaya çalışıyorum sanırım.'
Bakıyorum da...
Düşündüğüm kadar boş yaşamıyorumdur belki.
Türkçe testi çözerken karşılaştığım işbu cümle yüzünden kitabı bırakarak kendimi daha iyi şeyler yapmaya adadım. Sonrasında da kimya çözdüm.
Meselemiz bu değil ancak. Çok eskiden karalamış olduğum bir yazı geldi aklıma. Odamı birazcık dağıtarak eski günlüğümü buldum, karıştırdım. Birkaç ay öncesinin tarihi altında, yazı aynen şöyle:
'...kendi fikirleriyle en çok çelişen insanların en çok düşünenler olduğuna karar verdim; kendi paradokslarımı meşrulaştırmaya çalışıyorum sanırım.'
Bakıyorum da...
Düşündüğüm kadar boş yaşamıyorumdur belki.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
