30 Kas 2012

nazar filan

2 yıl önceki yılbaşı fotoğraflarını ararken D'nin her bi tarafını karıştırdım ve elimde fotoğraf filan yok; ama bunu buldum.

*



"Hayatımızda belli olaylar düzene girmeye ve her şey olabileceğinden fazlasıyla iyi durumda olmaya başladığında, bizler insan olarak, doğamızın gerektirdiği şekilde tedirgin olmaya başlarız. Herkes bizden bahsediyor, etrafındakilere bizi anlatıyor, övüyor ya da yeriyor gibi hissederiz. Belki de tesadüf değildir, gerçekten çevremizdekilerin dillerindeyizdir. İlginin üzerimizde olması ve takdir edilmek çoğu kez müteşekkir olmamızı sağlarken böyle durumlarda endişelenmemize yol açar. İyi giden her neyse bozulmak üzeredir, çünkü bütün insanlar bizden bahsetmektedir. Bu hikaye de bugünlerde neden kendime nazar boncuğu almak istememin küçük bir özetidir.

Aslına bakarsanız, nazar tamamen bir enerjidir ve zannedilenin aksine dinle ilgili bir kavram değildir, beyin gücüyle ilgilidir. Bu yüzdendir ki, gözle görülmeyen olguların varlığına inanmayan realist insanlardan tamamen zihne dayalı ve soyut olan nazara inanmaları beklenmez. Fakat çoğu insan nazar ve uğura inanmazken başlarına gelen en ufak bir felaket onları batıl inançların dünyasına sürükler.
 
Açıkça söylemek gerekirse ben merdiven altından geçmek ya da kara kedi görmek gibi durumların insana şanssızlık getireceğine inanmıyorum; fakat tüm yaşamını bu nedensellik bağı içermeyen kurallara göre düzenleyen bir kişinin kara kedi görünce işini kaybetmesi veya düzeyli bir şekilde ilerleyen ilişkisinin bitmesi çok da şaşırılacak bir durum değildir.



Olayların gelişmesiyle batıl inançların varlığı arasında doğrudan bir ilişki yokken, hayatımızı hurafelerin yönlendirmesine izin vermemizle birlikte beynimiz de aleyhimize çalışmaya başlar. Oda numarası 13 olan bir otelde kaldığımızda televizyonun bozulması ya da en yakın arkadaşımızla ettiğimiz kavga, bu inançların gerçeklikleriyle ilgili değil, tamamen kendimizi bunun olacağına inandırmamızdandır. Her şey bizim kendimize verdiğimiz mesaj ve mesajın dış dünyaya yaydığı enerjiyle açıklanabilir. "

*

Hastalıktan ölüyorum ve annem tarafından tecrit edildim. Odamdan dışarı çıkamıyorum. Ama işin garip kısmı, hasta olduğumu hâlâ ölümüne inkar ediyorum. Bence alerjim var. 

Sevgiler.

Ayrıca bence kuantum çok saçma bişey. Niye böyle zırvalamışım bilmiyorum. 
FACTS WIN!

20 Kas 2012

rubbish, #3



Dünyanın en çirkin sesine de sahip olsam, 
bence hâlâ diğerlerinden daha iyi yapabildiğim şeyler var. 
Henüz bulamadım. 
Bulunca söyliycem. 

16 Kas 2012

abesle iştigal etmek

Pazartesi gününe kadar yıllık yazılarımı toparlamam ve 24 Kasım zırvalığı için konuşma metni hazırlamam gerektiğinden -ve haftasonumu bunları yaparak geçirme lüksüm olmadığından- saat 3'ten beri çalışma masamın başında, sağ kolumu uzatınca dokunabildiğim uzaklıktaki kalemliğimle birlikte 'sorumlulukların ağzına nasıl sıçılır ehehe' başlıklı çalışmamızla (aslında abesle) iştigal ediyoruz. Cümleyi anlatım bozukluğu yapmadan kotarabildim mi bilmiyorum. Galiba belirttiğim işleri gerçekleştirirken daha sık nokta kullanmaya özen göstermeliyim.

Neyse. Dürüst olmak gerekirse, yapmak zorunda olmasaydım belirttiğim iki uzun iş de çok eğlenceli haller alabilirdi. Ama şu an kafamın üstünde birkaç küçük baş dönüyor ve 'acele et biraz, yetiştiremiyceksin ehehe' diyerek benimle dalga geçiyor gibi hissediyorum. Bu yüzden de birkaç saattir canım felaket test çözmek istiyor. Shame on you, sorumluluk!

Yıllığa ne yazılır ki? Yani gerçekten, teknolojinin ortasında yetişen bir nesil olarak bizden, ilerde yıllıklarımızı açıp 'Aaaaa ne güzel günlermiş ya :))))))' deyip duygulanmamızı filan mı bekliyorlar? Niye ki? Zaten elimizde her türlü imkan varken, en basitinden telefonum yarım metre uzağımda duruyorken bu maneviyat arayışı niye? Yaşanmışlıklar bence de çok özel şeyler; ama zaten her dakikamızı ulu orta paylaşarak yaşıyorken ve hiçbirimiz 20 yıl sonra yazının değerini bile hatırlamıyor olacakken bazı şeyleri diri tutmak için gereksizce çaba gösteriyormuşuz gibi geliyor. Ya da bana öyle geliyor.

Hafta içinde en yakınımdakilere idamın yanlışlığının nedenlerini açıklamaya çalıştım. Çok da afilli cümleler kurmamıştım oysaki; ama anlaşılamadım. Gerçi pek de şaşırmadım. Etrafımız, insanlara bizim vermediğimiz bir hakkı bizim alabilme yetkisine sahip olduğumuzu düşünen başka insanlarla dolu.


Kemanı hiç bırakmamış olsaydım 24 Kasım için rahatlıkla çıkıp çalabilirdim. Ama şimdi çalışmam gerekiyor ve bunun için yeterince zamanım yok. Ayrıca hâlâ konuşma hazırlamam gerekiyor ve ne söylemem gerektiği hakkında en ufak bir fikrim de yok.

Çok mu şikayet ediyorum?

Okul sweatimi bugün alamadım. Okul sweatimiz var çünkü artık mezun oluyoruz. Orası benim için mezun olunabilecek bir yer mi, bilemiyorum. Üniversiteden sonra her an gelip işe başlayabilirmişim gibi bir his var içimde. Haksız da değilmişim gibi, çünkü 12 yıl hayatımın (hesap makinesine teşekkürler) %70'inden daha fazlası ediyor. Çelişik tavırlar içindeyim.

Şikayeti bir paragraflığına kesmiştim, kaldığım yerden devam ediyorum.

O topukluyla nasıl yürüyebileceğim hakkında en ufak fikrim yok. Aslında şu an hayatımın en büyük sorunu bu. Bir de konuşma. Ve yıllık yazıları. Ve optik. Sanırım bir de 18'ime basmak üzere olmam. Sonuncusunun hepsini kapsadığını sanıyorum.

Yarından itibaren abur cubursuz hayatıma ilk adımımı atıyorum. Evde poşetler dolusu çikolata varken ne derece inandırıcı, bilmiyorum. Acaba neden hiçbir şeyi bilmiyorum?

Sanırım burayı moda bloguna çevirmeliyim.

9 Kas 2012

nazlı vs. pollyanna

2 sene önce Attila İlhan Vakfı'nın yarışmasına gönderdiğim kompozisyon. Maillerimi karıştırırken tesadüfen buldum. Konu, hayattan ne beklediğimizle ilgili bir şeylerdi. Aslında hiçbir şey beklemiyordum; ama garip bir şekilde finale kalmıştım.

 
“Ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak / Hiç doğmamayı isterdim ama / Bir kere doğmuşum ölmek yasak” demiş Attila İlhan. Küçük bir yürekte, yaşam gibi büyük bir olgunun karşılığı ne olabilir ki?
           
             İnsan kendi geleceğini kendisi yazarmış; kendi mutluluklarına kendisi sahip çıkar, acılarına katlanabilmeyi kendisi öğrenirmiş. Bir gün gelir de “Neden?” diye soracak olursa benliğine, işte o an tüm büyü bozuluverirmiş. Çünkü hayatını doya doya yaşayabilen kişi, bunları düşünmeye zaten vakit bulamazmış. Çok zamansızca olurmuş insanların yanıldıkları noktayı, daha önce fark edemedikleri pürüzü görmeleri: ‘İnsan, hayatının tüm zamanlarında mutlu olamaz!’ En şanssız olduğu anlarda bile, ararsa bulacağı bir umut daima vardır. Sahi, tek bir insan var mıdır dünyada acıyı tatmamış daha? Tek bir insan var mıdır yüzü gülmemiş hayatta?


Yaşam dediğin, senin acı ve tatlı günlerinin birleşiminden; pişmanlıklarından çıkardığın derslerden, verdiğin sınavlarda yararlandığın bu tecrübelerden, seni olgunlaştıran talihsizliklerden ve en sonunda yakaladığın mutlulukla geçmişe çektiğin çizgiden oluşur. Ne yazık ki insanların akıllarında kalan yalnızca mutlulukları olur; kimse bilmez asıl mutluluğun kötü günleri atlatabilme yeteneği olduğunu. Yaşam her günüyle yaşamdır, her günüyle özeldir. İnsanın asıl mutluluğu yakalayabilmesi de bu bütünü bölmemekle mümkündür. İnsan hayatını her yönüyle sevdikçe; ertelemeden, korkusuzca, eksiksizce yaşadıkça, göğüs gerebildiklerini görüp, zaaflarına teslim olmadıkça mutludur.

“Çoğu zaman, kelimenin gerçek anlamıyla acıyla farkına varıyorum ki, anlatmak istediğimin yirmide birini bile anlatamadım.” Dostoyevski’nin bu sözleri aslında yapamadıklarından değil, yapmaya vakit bulamadıklarından kaynaklanır. Bütün zamanını bir şeyler keşfederek ve keşfettiklerini çevresine öğretmeye çalışarak geçiren bir insan için bile zaman asla yeterli değildir. Hala yapacak çok iş, yazacak çok satır vardır.

Keşke her şey masallardaki gibi kesin çizgilerle ayrılsaydı birbirinden. ‘İyi’ ve ‘kötü’, ‘doğru’ ve ‘yanlış’, ‘gerçek’ ve ‘yalan’… Keşke hayat da ‘güzel’le ‘çirkin’i, ‘korku’yla ‘özgüven’i ayırabilecek kadar cesur olsaydı. O zaman insanların mutluluk ve hüzün arasındaki ince çizgide kaybolmaları zorlaşırdı; hayattan korkmak ve kendine güvenmek gerçeklerinin aslında birbirini tamamladıklarını görmeleri imkânsız olmazdı.

Hayat herkes için aynı mıdır, tek fark bakış açıları mıdır karamsarım; ama bakış açısının insanın gülümsemesinde başlı başına bir etken olduğunu söyleyebilecek kadar da realistim. Yaşadığım her şeyi tekrar hissetmeyi, kıymetini bilmediğim veya bana kıymet bilmeyi öğreten her olayı baştan yaşamayı, her şeye meydan okurmuşçasına daima gülümsemeyi, hayatın acımasızlığını ayaklar altına alarak başım yukarda devam etmeye çalışmayı ve tüm bunların sonunda anlamsızlığa hükmedermiş gibi cesur hissetmeyi; herkesin büyüme hevesine ve zamanın korkunç hızına inat hep çocuk kalmayı istiyor ve hemen ardından bencillikle suçluyorum kendimi. Zaman herkese eşit verilmez miydi? Bilinçli kullandığın kadar özgürdün öyleyse, özgür olduğun kadar bireydin. Ve kendini tanıdığın kadar hissedebiliyordun kalp atışlarının sesini.

İşte bu yüzden gelecekte her ânımı hatırlamayı, geçmişimi unutmamayı diliyorum. ‘Keşke’lerin olmadığı, sıradan bir hayat; elimde kendi dünyamın replikleri, aklımda yönetmenini kendim belirlediğim kısa hayat filmim. Hatırladıkça gülümsemek, gülümsedikçe yeni bir dünya keşfetmek istiyorum. Ve düzeltiyorum: Benim hayatımda ‘hayal’ ve ‘gerçek’ hiç olmadığı kadar ayrı birbirinden. Hayal ettiğim her şeyi bir gün gerçeğe çevirebileceğime hâlâ inanıyorum.


-bir zamanlar, tecavüzün kaçınılmaz olduğu durumda zevk almanın gerekliliğine inanan bir optimistmişim. neyse ki uzun sürmemiş.