Blogla ilgilenmeyeli uzun zaman oluyor diye kendimi yazmaya zorluyorum birkaç gündür. Ama sürekli depresif bir moddaymışım ve yazdığım her cümle nefret edilesiymiş gibi geldiği için hiçbir şey yayınlamadım. Şimdi arkada şu çalıyor, yazmamak imkansız hale geliyor, vesaire..
10 gündür hastayım. Hayatımın en uzun soğuk algınlığıydı. Vücudumun, hayatımın ilk vize deneyimine yenik düştüğünün de apaçık kanıtıydı. Baya toparladım gerçi ama anneden, evden uzakta, yurtta hasta olmak ve hayatta kalabilmeye çalışmak hakikaten dünyanın en zor şeylerinden biriymiş. Yaşamadan olgunlaşılamayacak acayip tecrübelerdenmiş meğer. Kimse çekmek zorunda kalmasın, o derece. Malum önce bitmek tükenmek bilmeyen midtermler, tam hafiflediler rahat edicem derken de bu lanet grip çıkınca doğru dürüst hiçbir şey yapamadığım uzun bir zaman dilimi geçirmiş oldum. Salı günü son sınavıma girip bir süre rahata eriyorum, öncesinde de defalarca ertelenmiş bir pazar günü gezmesine çıkıyorum. Asosyallik evdeyken harikulade bir şey; ama İstanbul dışarda güzel.
Uzun sürmüş yoğun bir çalışma temposundan sonra, bugün twitter'da karşıma şu link çıktı: 20 TL'ye İstanbul'da Yapılacak 40 Güzel Şey Ben de kendi kendime 'challenge accepted!' dedim ve sene bitmeden listeden en az 15 aktiviteyi gerçekleştirmeyi kafama koydum. Bir kısmı önceden deneyimlenmiş şeylerdi belki; ama bu şehirde hâlâ yapılmadık çok şey var ve ben listeden kendi favorilerimi belirlemeye başladım bile. Mesela önümüzdeki cuma günü fotoğraf makinemi boynuma asıp, kulağımda tanıdık güzel müziklerle Kuzguncuk'un ara sokaklarını dolaşmak istiyorum. (bkz: 13. madde) Sonraki ilk müsait zamanımda da Yedikule Hayvan Barınağı'nı ziyaret etmek istiyorum. (bkz: 30. madde) Havalar soğumaya, kış artık gerçekten gelmeye başlamışken atkımı, beremi, eldivenlerimi takıp dışarıda yapılacak güzel her şeyin keyfini çıkarmak istiyorum; zira bu eylemsizlik fazla uzadı. Listeden henüz yapmamış olduğunuz en azından birtakım şeylerin çıkacağına inanıyorum. Size tavsiyem, elinize bir kağıt-kalem almanız ve önümüzdeki haftada herhangi bir gün hoşunuza giden bir maddeyi gerçekleştirmeniz. Bakın ben kendi listemi yapıyorum bile. Hayat çok güzel, vallahi.
İyi hafta sonları! :)
23 Kas 2014
28 Ağu 2014
atina sakız falan bişeyler
Selam. Hava çok sıcak. Saatin 'oturma odasında dondurmamı yerken önüme çıkan ilk entel filmi izliyorum' olması gerekiyordu; lakin telefonumda 13 gün önce kaydedilmiş şu şekil bir not var ve hayatımı istediğim gibi yaşamama engel oluyor:
Önümüzdeki bir hafta içinde yazacak tonlarca şey birikecek. Ertelemesen iyi edersin çünkü yaşanmışlıklar hep değerli. Bazıları daha değerli ve fikirlerden öte hayatlar barındırıyor içinde. Yaz!
Esasında, kendime o notu yazarken işbu girdiyi bol sohbetli, bol aktarımlı, bol fotoğraflı bir gezi yazısı olarak hayal ediyordum. Filmimden feragat ederek üzerinde uğraştığım henüz başlıksız yazı ise hayalperest Nazlı'nın beklentilerini pek de karşılamayarak -muhtemelen vasat- gezi yazımsı bir şey olacak.
Neyse efendim. Çok da enteresan olmayan, beklentilerin dışına pek çıkmayan, planlı bir Atina gezisi yaptık. Nottaki 'ÇOK İLGİNÇ ŞEYLER YAŞIYOSUN MUTLAKA ANLAT!!!!!11!!' sansasyonunu yaratma nedenim, otele gitmek için bindiğimiz taksideki şoför amcaydı. Kendisi -Stelyo amca- 5 dakikalık yol boyunca bize 5 günde Atina'da yapmamız gereken her şeyi ayrıntısıyla anlattı, geçtiğimiz yollardaki önemli her yapı hakkında bilgi verdi, yemekler ve lokantalar için önerilerde bulundu. Otele varınca taksiden kendisi de inip valizlerimizi tek tek lobiye taşıdı. Sonra yanımıza gelip '25 yıl önce annem -artık yaşamıyor- sizin ülkenize gelmiş. Orada insanlar ona çok yardım etmiş, koluna girip karşıdan karşıya geçirmişler. Sizin insanlarınıza bu yüzden çok saygı duyuyorum, teşekkür ederim.' deyip ağlamaya başladı. Böyle anlatınca pek bir esprisi kaldı mı bilmiyorum. Duyguları anlatmakta yeterince başarılı olmayabilirim. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bazen insanın dili tutuluyormuş. Söyleyebileceğim çok şey vardı eminim; ama hiçbir şey diyemedim. Ağzımdan çıkamayan her kelime için Türkiye'de her taksiye binişimde fütursuzca çalınan kornaları, şoförün yolu uzatmak için girdiği zorlu çabaları düşündüm uzun süre. Değil karşısındaki turistle sohbet edecek ortak noktalar üretebilmek, bizim ülkemizde muhtemelen taksi şoförleri yolcuyu Yunan diye araçlarına almazlardı. En azından öyle bir şansları olsaydı kullanırlardı, vallahi bakın.
Ay gezi yazısı nasıl yazılır bilmiyorum, kusura bakmayın. Beklediğimden de kötü ilerliyorum -_- Gelsin çok biliyorsa 13 gün önceki Nazlı yazsın! Neyse. Atina'da insanlar çok sıcakkanlı. Yunanistan'a ikinci gidişimdi, ilkinde de aynı duygularla dönmüştüm eve. Çok klişe ama evet biz kardeşiz, politika kötü birisi. Atina'nın 4 milyon nüfusu var. Ülkenin en büyük şehri. İzmir'den büyük, Adana'nın 2 katı, İstanbul'la kıyaslayamıyorum. Havaalanına indiğimiz andan feribotla Sakız Adası'na geçtiğimiz an arasındaki 5 günlük süre boyunca hiç korna sesi duymadığımı, yürüdüğümüz yollarda tek bir çöp parçası ve 4'ten yüksek katlı ev görmediğimi üzülerek belirtiyorum. Üzülerek diyorum çünkü insanca yaşamın senden uzakta bir yerlerde var olduğunu bilmek bence üzücü. Gidip Atina'ya yerleşesim var mı? Var. (Yerleşebildim mi? Hayır. -2030'daki Nazlı.) Şehrin 4 milyon nüfusu olduğunu söyledim; ama inanın yollarda araba yok. İnsanlar toplu taşıma falan kullanıyorlar. Yahu 2 milyonluk Adana beni yorgunluktan perişan ediyorken, 4 milyonluk Atina resmen huzur veriyordu.
Önümüzdeki bir hafta içinde yazacak tonlarca şey birikecek. Ertelemesen iyi edersin çünkü yaşanmışlıklar hep değerli. Bazıları daha değerli ve fikirlerden öte hayatlar barındırıyor içinde. Yaz!
Esasında, kendime o notu yazarken işbu girdiyi bol sohbetli, bol aktarımlı, bol fotoğraflı bir gezi yazısı olarak hayal ediyordum. Filmimden feragat ederek üzerinde uğraştığım henüz başlıksız yazı ise hayalperest Nazlı'nın beklentilerini pek de karşılamayarak -muhtemelen vasat- gezi yazımsı bir şey olacak.
Neyse efendim. Çok da enteresan olmayan, beklentilerin dışına pek çıkmayan, planlı bir Atina gezisi yaptık. Nottaki 'ÇOK İLGİNÇ ŞEYLER YAŞIYOSUN MUTLAKA ANLAT!!!!!11!!' sansasyonunu yaratma nedenim, otele gitmek için bindiğimiz taksideki şoför amcaydı. Kendisi -Stelyo amca- 5 dakikalık yol boyunca bize 5 günde Atina'da yapmamız gereken her şeyi ayrıntısıyla anlattı, geçtiğimiz yollardaki önemli her yapı hakkında bilgi verdi, yemekler ve lokantalar için önerilerde bulundu. Otele varınca taksiden kendisi de inip valizlerimizi tek tek lobiye taşıdı. Sonra yanımıza gelip '25 yıl önce annem -artık yaşamıyor- sizin ülkenize gelmiş. Orada insanlar ona çok yardım etmiş, koluna girip karşıdan karşıya geçirmişler. Sizin insanlarınıza bu yüzden çok saygı duyuyorum, teşekkür ederim.' deyip ağlamaya başladı. Böyle anlatınca pek bir esprisi kaldı mı bilmiyorum. Duyguları anlatmakta yeterince başarılı olmayabilirim. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bazen insanın dili tutuluyormuş. Söyleyebileceğim çok şey vardı eminim; ama hiçbir şey diyemedim. Ağzımdan çıkamayan her kelime için Türkiye'de her taksiye binişimde fütursuzca çalınan kornaları, şoförün yolu uzatmak için girdiği zorlu çabaları düşündüm uzun süre. Değil karşısındaki turistle sohbet edecek ortak noktalar üretebilmek, bizim ülkemizde muhtemelen taksi şoförleri yolcuyu Yunan diye araçlarına almazlardı. En azından öyle bir şansları olsaydı kullanırlardı, vallahi bakın.
Ay gezi yazısı nasıl yazılır bilmiyorum, kusura bakmayın. Beklediğimden de kötü ilerliyorum -_- Gelsin çok biliyorsa 13 gün önceki Nazlı yazsın! Neyse. Atina'da insanlar çok sıcakkanlı. Yunanistan'a ikinci gidişimdi, ilkinde de aynı duygularla dönmüştüm eve. Çok klişe ama evet biz kardeşiz, politika kötü birisi. Atina'nın 4 milyon nüfusu var. Ülkenin en büyük şehri. İzmir'den büyük, Adana'nın 2 katı, İstanbul'la kıyaslayamıyorum. Havaalanına indiğimiz andan feribotla Sakız Adası'na geçtiğimiz an arasındaki 5 günlük süre boyunca hiç korna sesi duymadığımı, yürüdüğümüz yollarda tek bir çöp parçası ve 4'ten yüksek katlı ev görmediğimi üzülerek belirtiyorum. Üzülerek diyorum çünkü insanca yaşamın senden uzakta bir yerlerde var olduğunu bilmek bence üzücü. Gidip Atina'ya yerleşesim var mı? Var. (Yerleşebildim mi? Hayır. -2030'daki Nazlı.) Şehrin 4 milyon nüfusu olduğunu söyledim; ama inanın yollarda araba yok. İnsanlar toplu taşıma falan kullanıyorlar. Yahu 2 milyonluk Adana beni yorgunluktan perişan ediyorken, 4 milyonluk Atina resmen huzur veriyordu.
Burası Syntagma Meydanı. Bizdeki Taksim bir nevi. Arkadaki bina Parlamento Binası. Başında devamlı askerlerin durduğu, şu -mutlaka biliyorsunuzdur- nöbet değişimlerinin yapıldığı.
Ermou Caddesi. Syntagma'nın aşağısı. İstiklal Caddesi'ne pek çok yönden benziyor. Ama daha az insan, daha çok yeşillik barındırıyor. Küçük ağaçları bakımından İstiklal'in 2000'li yıllarının başına benzetebiliriz belki. Gördüğünüz gibi cadde daha dar ama insanlar balık istifi değil :)
Şortla dolaşan iki kız görüp 'Ben bununla İstiklal'de dolaşsam var ya ooohooo' diye iyice nefret kusunca babam garip bir bakış attı ve 'Abartma sen de İstiklal'i de harcama bari' dedi.
Evet abarttım. Giyin şortunuzu annem şaka.
Kriz falan.
Şehrin her bir tarafına kazınmış ve bir bakıma sembolü olmuş slogan ve yazılar bana samimi bir ortamdaymışım hissi veriyor vallahi. Başkalarını bilemem.
Burası Panathinaiko Stadyumu. 1896 Olimpiyatları'nın yapıldığı stadyum.
2004'te de okçuluk müsabakaları ve maratonun bitişinde kullanılmış.
Üst tribünlerden Akropolis manzarası.
40 derece sıcağın altında koşan abilerimiz :(
Temple of Zeus. Hihi.
Milli kütüphaneleri böyleymiş. Türkiye'dekini gezip görmüşlüğüm yok şahsen. Dürüst olacaksak yani.
Ermou boyunca aşağıya doğru yürüyünce Monastiraki'ye çıkıyoruz. Şehrin bir başka başlıca meydanı. Ve Atina'da bu kadar insanı ilk defa bir arada görüyoruz. Baya kalabalık.
Meşhur Parthenon.
Akropolis insan seli. Atina bu sıcakta bile turizmden acayip gelir elde ediyor gibi.
Akropolis'ten Atina manzarası. Şehir ayaklarınızın altında.
Akropolis'ten Zeus tapınağı.
Fena sıkıldım. Taşlar güzel.
Atina seyahatimiz 5 günün ardından, Atina'ya 20 dakika metro mesafesi bulunan Piraeus liman şehrinden bindiğimiz feribotla Sakız Adası'na yolculuğa başlamamızla son buluyor. Kendisi ilk feribot yolculuğumdu. Denizi ve yanlarından geçip gittiğimiz adaları izlerken yaklaşık 7 saat sürdü. Bir ara içeri girip Yunanca alt yazılı Friends izledim. Bu da ilk Friends izleyişimdi valla. Hala HIMYM'ciyim :(
Piraeus diye yazılan (aslında Yunancası çok şeker de kim bulacak şimdi amaan) Türkçe Pire diye okunan liman şehri. En azından biz öyle okuduk. Feribottan çektim.
Gidiyoruz. Atina'ya 5 günde alışmıştım yahu.
Sakız'ın yerlileri hakikaten bizim sahil kasabasında yaşayan teyzeler-amcalar gibi. Zaten kim Yunan, kim Türk bir bakışta anlamak çok zor. Dış görünüşler benzediği gibi, kültürler ve tavırlar da çok benziyor. Sakız'dan değil, genel anlamda Yunan insanından bahsediyorum. Sakız, yani Chios ise insanların belki bir tık daha samimi olduğu bir yer. 50-55 bin nüfusa sahip. 9 tane köy ve birbirinden güzel sahiller barındırıyor içerisinde. Genç nüfus ise günden güne azalıyormuş doğal olarak. Ana karanın oldukça doğusunda kaldığı için turizmden pek nasibini alamıyor. Ama insanlar Çeşme'den günübirlik gezmeye geliyorlar.
Atina'da ortaya attığımız 'Galiba herkes az çok İngilizce biliyor' hipotezi Sakız'da biraz çöküntüye uğruyor. Zira dediğim gibi, konumundan dolayı pek turist çeken bir yer değil burası. Ama sokakta yürüyen insandan esnafa kadar herkes birkaç kelime de olsa Türkçe biliyor. Gerçi bu durum Yunanistan'ın neredeyse her yerinde böyle. Selanik'te de böyleydi, Kavala'da da, Atina'da da. Ama Sakız'da resmen hiç İngilizce konuşmadan, yarı Yunanca yarı Türkçe yerli halkla konuşmak mümkündü. Mastik aldığımız bir esnafa (sakıza mastik diyorlar) çıkarken 'efharisto poli' dedim mesela, o da gayet düzgün bir aksanla 'teşekkürler' diye karşılık verdi. Ay enternasyonalizm çok güzel bişey <3
Bu da kaldığımız sokaktaki bakkaldan. Hiç İngilizce bilmiyordu ama bizim Yunanca sözlüğümüz vardı. Hehe.
Yahu benim uyku saatim geçiyor :( Anlatmam gereken dolu şey vardır eminim; ama şu an aklıma gelenler yalnızca bunlar. Tatilimin bitmesine 3 hafta falan kaldı. İstanbul'a gidiş biletimi de bugün aldım. Dersler, sorumluluk, evden ayrılmak falan bir yana da; mevsim değişikliği beni biraz korkutuyor. Hayatımda ilk defa havalar hiç soğumasın istiyor olabilirim. Bence sıcak güzel.
Bu arada bu yazın en güzel haberi Kelime Oyunu'nun tekrar başlıyor olması! 1 Eylül'de Fox'ta, üstelik Kardeş Payı ekibiyle. Ay resmen kendiliğinden gelen mutluluk. Ha bir de 30 Ağustos'ta yanılmıyorsam basketbol maçları başlıyor. Sonbaharı seviyorum evet ama böyle eylüller daha bir güzel oluyor. Evin tadını çıkarmaya bakıyorum, öz-liy-cem -.-
Katlandıysanız teşekkür :)
17 Tem 2014
kitap çekilişi!
Son zamanlarda 'Yiaaa ben niye çok uzun zamandır çekilişlere katılmıyorum acaba' diye kendi kendime düşünüp dururken karşıma güzelinden kitaplı bir çekiliş çıktı. Ben de tabii ki hemen atladım.
Hediye kitaplar aşağıda gördükleriniz ve 10 Ağustos'tan sonra birilerinin olacak.
Hediye kitaplar aşağıda gördükleriniz ve 10 Ağustos'tan sonra birilerinin olacak.
Ayrıntılar BURDA :) Herkese bol şans!
11 Tem 2014
NBC ve Kış Uykusu
Altyazı dergisi, Nuri Bilge Ceylan'la son filmi Kış Uykusu hakkında bir söyleşi gerçekleştirmiş. Biraz uzun ve ağır bir söyleşi olmuş ama vaktiniz olursa okuyun. Filminden, esinlendiği Çehov'dan, dönemin siyasetinden ve en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş sahnelerin arkasında olanlardan bahsediyor. Kendisine saygım ve hayranlığım her geçen gün artıyor, bu söyleşinin de durumda payı fazla.
Link burada efendim.
Link burada efendim.
6 Tem 2014
biri beni benden iyi tanısa da beni bana anlatsa ya.
Yeryüzündeki en duygusuz ya da en hödük insanlar yarışması filan yapılsa mesela, büyük ihtimal iyi bir derece alırdım. Lakin bazen dünya üzerindeki en hissiyatsız insanlar bile sahiplenilmeye ihtiyaç duyabiliyor; acziyete varmadığı müddetçe tabii..
(acziyet diye bir kelime var mı?)
27 Haz 2014
ruh tembelliği ve kendim üzerine
Yazmayalı, kafamda kurup konuşmayalı, insanları süzüp karakter analizi yapmaya çalışmayalı, hatta düşünmeyeli uzun zaman oldu. Hep 'lafa gelince her şeyi en iyi siz biliyorsunuz da, iş sağlam şeyler üretmeye gelince neden tembelleşiyorsunuz?' diye ukalaca eleştiriler yağdırdığım o insanlara dönüştüm. Kötüsü, etrafımdakileri kibirlice yaftalarken de aslında o insanlardan biriydim. Daha kötüsü, o insanlardan tek farkımın kendimi yalnızca kendim olduğum için yücelttiğim gerçeğinden bihaber oluşumdu. En kötüsü, şu an bütün bunların bilincindeyim fakat hâlâ o insanlardan biriyim. Üstelik şimdi kendime kendim olduğum için de gereğinden fazla değer biçemiyorum çünkü insan bazen kendisinden bile sıkılıyormuş.
Kuzenimle bir süredir whatsapp'tan soru çözüyoruz. Yani, o bana çözemediği matematik sorularını yolluyor, ben de elimden geldiğince cevaplıyorum falan işte. İki gün önce, biraz karmaşık olduğunu düşündüğümüz bir soruyu, o anlamadığı halde ben ısrarla anlatmaya devam edince, kendisi tabiri caizse illallah etti ve 'Tanrı beni seninle mi sınıyo acaba?' diyerek -sanırım- nefretimsi bir hayranlıkla içini boşalttı. O an gülüp geçtim ama şimdi, bir süredir yaşadığım hayata ve bu hayatı ömrüm boyunca birlikte yaşamak zorunda olduğum şahsıma bakınca diyorum ki, Tanrı'nın beni dünyaya gönderiş amacı birilerinin canını sıkmak veya birilerini sınamaksa eğer, o kişi kesinlikle benim. Tanrı beni benimle sınıyor. Azıcık düşünüp gerçekten de bazen kendimden ne kadar sıkıldığımı idrak edince kafamın içinde bir ışık yandı ve yaradılış amacımın kendime acı çektirmek olduğunu esefle öğrenmiş bulundum. Şaka bir yana, düşününce kainatın en büyük paradoksu gibi geliyor. Sözgelimi, birinin muhabbetinden hoşlanmıyorsan onunla görüşmeyi kesersin, veya bir mekanı hiç beğenmediysen kendine gidilecek başka güzel mekanlar seçersin. Ama insana en büyük tahammülsüzlüğü tattıran şeyin kendisi olduğunu düşünsenize. Kaçacak, gidecek, konuşacak kimsesi yok. Attığı her adımı, yediği her lokmayı, ağzından çıkan her cümleyi bizzat yaşamak, dahası her birine ayrı ayrı tahammül etmek zorunda. Yaşadığı her saniye, uykusunda bile, kendisi olmak, kendi hayatını yaşamak zorunda. Ne büyük, ne çekilmez mecburiyet ve ne yaman çelişki... Sanırım insanlar bu yüzden deliriyor, bu yüzden intihar ediyorlar.
Eskiden böyle rahatsız edici şeyler düşünmezdim ben. Yani belki düşünürdüm yine ama kendimden bağımsız, belki çevremle alakalı olası korkutucu ihtimaller gözümde canlanırdı. Lakin kendimi sevmemek, benliğimden sıkılmak falan... Bunlar oldukça yeni duygular ve açıkçası beni biraz ürkütüyor. Olmak istediğim Nazlı'dan tahmin dahi edemeyeceğiniz kadar uzağım; ama problem bu değil. Yol almayı seviyorum ve yaptığım şeylerden tatmin oluyorsam mutluyum. Problem şu ki, yol falan almıyorum. Tatmin olmak diye tabir ettiğiniz eylemdense ideal Nazlı'ya olduğumdan daha uzağım. Yine de tüm bu can sıkıcı düşüncelerin neticesinde farkına vardığım güzel bir şey var ki, bir şeyleri değiştirme vaktimin uzun zaman önce geldiğini görebiliyorum. Zaman eskiden olduğundan çok daha hızlı geçiyor (bu noktada rölativiteden bahseden Einstein'a hayali bir beşlik çakıyorum, zaman gerçekten göreceli!), ben yaşayacağı sayılı günler kaldığına inanan ihtiyar bir kadın gibi yaşadıklarıma bakıyor, bazen geleceği unutuyor ve geçmişe saplanıp kalıyorum. Bazen geçmiş beni tatmin ediyor. Yaşadığım en güzel günler ordaymış, orda kalmış ve daha iyisi asla gelmeyecekmiş sanrılarına yenik düşüyorum. İçinde çocukluk hayalleri ve 12 yaşında Nazlılar barındıran geçmişe ait bir tablo böyle zamanlarda zihnimin bir köşesinde beliriveriyor ve tablom hayalkırıklığıyla bugünkü hayatımı izliyor. 12 yaşındaki Nazlı'yı memnun edemediğim için kendime çok kızıyorum. Sonraysa 12 yaşımı karşıma alıp 'hayat buralarda senin sandığın gibi toz pembe değil evlat. büyümeye, kendi başına bir şeyler yapmaya ve sorumluluklar almaya mecbur bırakılınca oturup hissetmeye, ince şeyleri anlayıp gülümsemeye, yaşamaya pek vaktin kalmıyor.' diye ablalık taslıyorum. Dünyadaki en kötü abla olurmuşum, iyi ki tek çocuğum.
Gerçek şu ki, söylediklerimin hiçbirine inanmıyorum. İstediğim her şeyi yapmaya bal gibi de vaktim, imkanım ve gücüm var. Lakin insan büyümeye başladıkça çok matah bir şeymiş gibi beyni de içinde yoğunluk ve yorgunluk barındıran bahaneler üretmeye başlıyor. Öyle güçlü bahaneler ki bunlar, insanın 12 yaşına hayal kurmanın çocuklukta kalması gereken bir eylem ve çocukluk hayallerinin de gerçekleşmesi imkansız şirin ütopyalar olduğunu aşılıyor. Bir distopya yazsam mesela, çocuklara hayal kurmayı büyükler tarafından yasaklatırdım. Etraf kendini beğenmiş kıskanç yetişkinlerden, büyük olasılıkla da savaşlardan ve bol zenginlerden, bol fakirlerden geçilmezdi. Küçüklüğümü gelecekten korkutarak kendimi aklama fikrinden hiç hoşlanmadım; fakat bunu yapmak zorundayım ki 12 yaşındaki Nazlı bugünkünden o kadar da nefret etmesin. Gerçekleşmeyeceğini bile bile hayal kurmaya devam etsin; diğerlerinin şansı varmış da ben gelecekte amansız bir korkak olacağımdan hayal ettiğim hiçbir şeyi gerçekleştiremeyecekmişim demesin. Meğer yıllar sonra aidiyetin sıcaklığı, bilinenin huzuru ve işsizliğin rahatı; bilinmezin, maceranın, geleceğin her türlü korkusuna baskın gelecekmiş DEMESİN. Bu söylediklerim de beni dünyadaki en şerefsiz insan yapmaya tabii yetmesin -ilk üçü kimseye kaptırmayacak insanlar var- ama lafın kısası korkağım işte. Korkak, düzenbaz ve yalancıyım. Yine de her şeyin farkındayım ve inanır mısınız, bu bile bir şey.
Ve burda bu yazıyı okuyacak maksimum 5 kişinin önünde de söz veriyorum ki hayatımı düzene sokacağım. İstediğim şekli aldığı gün de, buraya gelip 'küçükken hep şunu yapmak istemiştim, bugün onu yaptığım gündü' diye anlatacağım.
Lütfen çocukluğunuza sahip çıkın. Elinizde olan ve sizi yansıtan en masum şey o. Sizi en iyi tanıyan da.
Edit: Yazıya başlayış amacım 'Kış Uykusu ne güzeldi bee, hayatımın en iyi 3 saatlerinden biriydi, NBC insanı düşündürmeyi nasıl da güzel beceriyor ama!' falan demekti. Beni o kadar da ciddiye almayın.
Kuzenimle bir süredir whatsapp'tan soru çözüyoruz. Yani, o bana çözemediği matematik sorularını yolluyor, ben de elimden geldiğince cevaplıyorum falan işte. İki gün önce, biraz karmaşık olduğunu düşündüğümüz bir soruyu, o anlamadığı halde ben ısrarla anlatmaya devam edince, kendisi tabiri caizse illallah etti ve 'Tanrı beni seninle mi sınıyo acaba?' diyerek -sanırım- nefretimsi bir hayranlıkla içini boşalttı. O an gülüp geçtim ama şimdi, bir süredir yaşadığım hayata ve bu hayatı ömrüm boyunca birlikte yaşamak zorunda olduğum şahsıma bakınca diyorum ki, Tanrı'nın beni dünyaya gönderiş amacı birilerinin canını sıkmak veya birilerini sınamaksa eğer, o kişi kesinlikle benim. Tanrı beni benimle sınıyor. Azıcık düşünüp gerçekten de bazen kendimden ne kadar sıkıldığımı idrak edince kafamın içinde bir ışık yandı ve yaradılış amacımın kendime acı çektirmek olduğunu esefle öğrenmiş bulundum. Şaka bir yana, düşününce kainatın en büyük paradoksu gibi geliyor. Sözgelimi, birinin muhabbetinden hoşlanmıyorsan onunla görüşmeyi kesersin, veya bir mekanı hiç beğenmediysen kendine gidilecek başka güzel mekanlar seçersin. Ama insana en büyük tahammülsüzlüğü tattıran şeyin kendisi olduğunu düşünsenize. Kaçacak, gidecek, konuşacak kimsesi yok. Attığı her adımı, yediği her lokmayı, ağzından çıkan her cümleyi bizzat yaşamak, dahası her birine ayrı ayrı tahammül etmek zorunda. Yaşadığı her saniye, uykusunda bile, kendisi olmak, kendi hayatını yaşamak zorunda. Ne büyük, ne çekilmez mecburiyet ve ne yaman çelişki... Sanırım insanlar bu yüzden deliriyor, bu yüzden intihar ediyorlar.
Eskiden böyle rahatsız edici şeyler düşünmezdim ben. Yani belki düşünürdüm yine ama kendimden bağımsız, belki çevremle alakalı olası korkutucu ihtimaller gözümde canlanırdı. Lakin kendimi sevmemek, benliğimden sıkılmak falan... Bunlar oldukça yeni duygular ve açıkçası beni biraz ürkütüyor. Olmak istediğim Nazlı'dan tahmin dahi edemeyeceğiniz kadar uzağım; ama problem bu değil. Yol almayı seviyorum ve yaptığım şeylerden tatmin oluyorsam mutluyum. Problem şu ki, yol falan almıyorum. Tatmin olmak diye tabir ettiğiniz eylemdense ideal Nazlı'ya olduğumdan daha uzağım. Yine de tüm bu can sıkıcı düşüncelerin neticesinde farkına vardığım güzel bir şey var ki, bir şeyleri değiştirme vaktimin uzun zaman önce geldiğini görebiliyorum. Zaman eskiden olduğundan çok daha hızlı geçiyor (bu noktada rölativiteden bahseden Einstein'a hayali bir beşlik çakıyorum, zaman gerçekten göreceli!), ben yaşayacağı sayılı günler kaldığına inanan ihtiyar bir kadın gibi yaşadıklarıma bakıyor, bazen geleceği unutuyor ve geçmişe saplanıp kalıyorum. Bazen geçmiş beni tatmin ediyor. Yaşadığım en güzel günler ordaymış, orda kalmış ve daha iyisi asla gelmeyecekmiş sanrılarına yenik düşüyorum. İçinde çocukluk hayalleri ve 12 yaşında Nazlılar barındıran geçmişe ait bir tablo böyle zamanlarda zihnimin bir köşesinde beliriveriyor ve tablom hayalkırıklığıyla bugünkü hayatımı izliyor. 12 yaşındaki Nazlı'yı memnun edemediğim için kendime çok kızıyorum. Sonraysa 12 yaşımı karşıma alıp 'hayat buralarda senin sandığın gibi toz pembe değil evlat. büyümeye, kendi başına bir şeyler yapmaya ve sorumluluklar almaya mecbur bırakılınca oturup hissetmeye, ince şeyleri anlayıp gülümsemeye, yaşamaya pek vaktin kalmıyor.' diye ablalık taslıyorum. Dünyadaki en kötü abla olurmuşum, iyi ki tek çocuğum.
Gerçek şu ki, söylediklerimin hiçbirine inanmıyorum. İstediğim her şeyi yapmaya bal gibi de vaktim, imkanım ve gücüm var. Lakin insan büyümeye başladıkça çok matah bir şeymiş gibi beyni de içinde yoğunluk ve yorgunluk barındıran bahaneler üretmeye başlıyor. Öyle güçlü bahaneler ki bunlar, insanın 12 yaşına hayal kurmanın çocuklukta kalması gereken bir eylem ve çocukluk hayallerinin de gerçekleşmesi imkansız şirin ütopyalar olduğunu aşılıyor. Bir distopya yazsam mesela, çocuklara hayal kurmayı büyükler tarafından yasaklatırdım. Etraf kendini beğenmiş kıskanç yetişkinlerden, büyük olasılıkla da savaşlardan ve bol zenginlerden, bol fakirlerden geçilmezdi. Küçüklüğümü gelecekten korkutarak kendimi aklama fikrinden hiç hoşlanmadım; fakat bunu yapmak zorundayım ki 12 yaşındaki Nazlı bugünkünden o kadar da nefret etmesin. Gerçekleşmeyeceğini bile bile hayal kurmaya devam etsin; diğerlerinin şansı varmış da ben gelecekte amansız bir korkak olacağımdan hayal ettiğim hiçbir şeyi gerçekleştiremeyecekmişim demesin. Meğer yıllar sonra aidiyetin sıcaklığı, bilinenin huzuru ve işsizliğin rahatı; bilinmezin, maceranın, geleceğin her türlü korkusuna baskın gelecekmiş DEMESİN. Bu söylediklerim de beni dünyadaki en şerefsiz insan yapmaya tabii yetmesin -ilk üçü kimseye kaptırmayacak insanlar var- ama lafın kısası korkağım işte. Korkak, düzenbaz ve yalancıyım. Yine de her şeyin farkındayım ve inanır mısınız, bu bile bir şey.
Ve burda bu yazıyı okuyacak maksimum 5 kişinin önünde de söz veriyorum ki hayatımı düzene sokacağım. İstediğim şekli aldığı gün de, buraya gelip 'küçükken hep şunu yapmak istemiştim, bugün onu yaptığım gündü' diye anlatacağım.
Lütfen çocukluğunuza sahip çıkın. Elinizde olan ve sizi yansıtan en masum şey o. Sizi en iyi tanıyan da.
Edit: Yazıya başlayış amacım 'Kış Uykusu ne güzeldi bee, hayatımın en iyi 3 saatlerinden biriydi, NBC insanı düşündürmeyi nasıl da güzel beceriyor ama!' falan demekti. Beni o kadar da ciddiye almayın.
31 May 2014
low satisfaction
Bütün günüm dışarı çıkmak için vücuduma basınç uygulayan yazma isteğimi dizginleyerek geçti ve böyle böyle saat gece yarısını buldu. Şimdi son günlerimi geçirdiğimi bildiğim yurt odamda bilgisayarımın başında yükümden nasıl kurtulsam diye düşünüyorum; lakin ne yapsam, nasıl yazsam da rahatlasam bulamadım. Fizy'nin 'on the road' modu son zamanlarda en çok dinlediğim şey. Oturarak ve genelde arka planda bir şeyler okuyarak dinlediğim için de oldukça ironik gerçi. Sorun şu ki, şu sıralar yaptığım her şey bana bir şeyleri hatırlatıyor, onları özletiyor, sonra hüzünlendiriyor. En basit koku beni yıllarca önceye götürebiliyor, hayatımın o zamanlar daha güzel olduğuna beni ikna edebiliyor (ki değil). Yine özgüven problemleri yaşadığım bir dönemden geçiyorum, galiba yazmak istememe rağmen yazamayışımın en büyük nedeni bu. Asla tatmin olamayacakmışım gibi hisler etrafımda dönüyor. Asla takdir edilmeyeceğim, yaptığım hiçbir şey yeterince özel olmayacak düşünceleri peşimi bırakmıyor. Başkalarının fikirlerine gereğinden fazla önem veren bir insana dönüşüyorum. Ben değişmiyorum ama zaman değiştiriyor. Etrafımdaki değişkenlerden kaynaklanan mecburi bir dönüşüm geçiriyorum. Zamanı bilmiyorum ama mekanı değiştirince çözülecek mesela, bunu biliyorum. Bazen kendimden sıkılıyorum, şu an da o 'bazen'lerden birisi. Yazmayı bırakıp okumalı, saygı beklemekten ziyade saygı duymayı denemeliyim şu an. Hayatın bana en azından ekşi limonlar sunmaya devam etmesi için kendimle barışabilmem gerekiyor. Çünkü evet, hayat bazen ekşi limonlar bile sunmuyor.
31 Mayıs oldu bile. Geçen yıl bu zamanlar ne yapıyordum hatırlamıyorum, ama yarın bu saatlerde 'geçen yıl bu an ne yaptığımı çok iyi hatırlıyorum' diyebileceğim.
İnsan özlüyor. Hep.
31 Mayıs oldu bile. Geçen yıl bu zamanlar ne yapıyordum hatırlamıyorum, ama yarın bu saatlerde 'geçen yıl bu an ne yaptığımı çok iyi hatırlıyorum' diyebileceğim.
İnsan özlüyor. Hep.
27 Mar 2014
biliyor musun/gitgide yaralanıyoruz/şurdan burdan
Alakasız şarkıları severim.
Bir şeyleri sorgulamadan yaşamak güzel olurdu, sorgulanmadıkça daha çok can yakmasaydı bazı şeyler. Veya yaksaydı da her gün canını, hep ama, hiç durmadan içinde kopmaya devam etseydi fırtınalar; ve sen bilseydin ki tüm bunlar o sorgulanmadan hayatının içinde yer eden saçma kavramların işi... Huzurla nefes alabilir miydin bugün de, şu an da?
Kıskanıyorum seni güzel insan. Vurdumduymazlığını kıskanıyorum. Etrafında olan bitene kayıtsızlığını kıskanıyorum. Ben düşündükçe, kafa yordukça, beynimi patlatırcasına meşru sebepler koymaya çalıştıkça ortaya; sen karşımda dans ediyorsun ve ben seni kıskanıyorum. Kafamı duvarlara çarpmak, hiç durmadan koşmak, hıçkırıklarla ağlamak, susmamak istiyorum; sen karşımda gülümseyen pozlar veriyorsun, kahkahalar atıyor ve tatmin oluyorsun. Huzurlusun, mutlusun, tamamsın. Ben seni kıskanıyorum ve tüm bunlar için kendime küfrediyorum.
Kafatasımın içinde bir yerler acıyor. Bilmiyorum ki zaman nasıl böyle çabuk geçiyor. Bilmiyorum ki arkamızda kalan günler nereye gidiyor. Onlar da yaşasın, tatsın, içinde kaybolsun diye fakir çocuklara mı veriliyor benim geçmişim? Bunu da kıskanırım işte ben. Paylaşamam yaşamımı kimseyle. İçinde yer etmeyen kimseye ödünç veremem günlerimi. Ya kıymet bilmezlerse? Ya benim taptığım saniyelerin önemini fark etmez de gelişine yaşamaya kalkarlarsa? Saniyelerim kimselerin elinde kirlenmesin istiyorum. Oysa yazarak her gün, her gün, her gün kelimeleri kirletiyorum. Bazen biraz bencil bir çocuk oluyorum ve her güzel şey, en azından sahip olduklarım, hep benim olsun istiyorum. Diğer türlü çünkü... Bilmiyorum.
Değişim kavramını iliklerime kadar hissederken bugünlerde, bir de eski'm gitmesin istiyorum. Bazen her şey gidiyor çünkü ve bana tanıdık gelen tek şey geçmişim oluyor. Özellikle değiştiğimi bu kadar sezinlerken, o kadar da değişmediğimi kanıtlamak için kendime ve biraz da rahatlatmak için kalbimi, 'Hayır!' diyorum. 'Değişmedin ki sen, bak eski günlerin hâlâ orada! Bak, bak!' Gülümsüyorum, kendime kendimi inandırmak için. Buralarda geçmişle bağımı koparmamak için ara sıra yaptığım gibi, çekmecemden günlüğümü çıkarıyor ve birkaç yıl öncesinden bir şeyler okumaya, o günü aynen hatırlamaya çalışmaya başlıyorum. Çok aşağılıkça bu yaptığım biliyorum, kendimi kandırmaya çalışıyorum ama- Bir yandan da o günü aynen hatırlamaya çalışma işlevimi layıkıyla yerine getirdiğimi fark ediyorum. Sahi, geçmiş ne kadar uzaklaşmış olabilir ki ben her şeyi böylesine bugün yaşıyormuş gibi hatırlamaya, içimde bir yerlerde hissetmeye devam ederken? Dilerim geçmişim fakir çocukların bugünü değildir. Geçmişimin geçmiş olmaması için dua etmekle geçiyor ömrüm. Ve bugün hep geçiyor, geçmiş hep geçiyor. Geçen geçmişin yerine yenisi geliyor ve bir zamanlar sevilmeyen bugünler geçince özlenmeye başlanıyor. Bir şeyler hep arkada kalıyor ve aklım bana çocukların dünlerimi benden çaldığı yönünde yalanlar söylüyor.
Bir şeylere bağlı yaşamak çok zor, bilemezsin güzel insan. Çünkü ben burada konuşuyorum, kendimi bir sonuca varamayacağımı bile bile anlatma derdine giriyorum; lakin sen karşımda yarınlara odaklanmış, güzel düşler kurarak uyuyorsun. Ben hep bir yerlerde takılı kalırken senin yarınlardan ümitli olmanı deli gibi kıskanıyorum. Deli gibi gülebilmeni de kıskanıyorum ayrıca. Deli gibi gülmek deyiminin varlığını hiç sorgulamadığın için senden nefret de ediyorum. Bunca iğrenç şey olurken ben bir anlığına düşünmeyi bırakıyor ve seni çok seviyorum insan. Yani kastettiğim şey biraz da savaşlar, ölümler, vicdansızlıklar tabii; ama asıl anlatmak istediğim şey hayatın kendisinin şuursuzca sorgulanmaya açık oluşu ve senin bundan uzak yaşayabilmen. Ah, inan bazen ne hissettiğimi bile bilmiyorum; fakat sen iyisin ve bu fena halde canımı sıkıyor.
Yıllar önce kalemimden çıktığını bildiğim o sözcükleri sonradan okuyarak kendime en büyük eziyeti yapıyorum zaten; ne bekliyorum ki? Yılların beni ve hayatımı ve düşüncelerimi ve hayallerimi ve doğal olarak yarınlarımı bu kadar değiştirebilmiş olmasını kabullenemiyorum. Değişmeyen şeyler var oysa dünlerim gibi ama onlara da ulaşamıyorum. Son birkaç aydır hayatımın bu kadar değişmiş olduğuna inanma evresini çok yeni atlatmışken ben, kendi değişmezliğimden o kadar eminim ki bu yeni beni tanımakta, daha doğrusu kabullenmekte sıkıntılar yaşıyorum. Değişimden ziyade değiştiğimi kabullenmekten korkuyorum.
'Sadece aptallar ve ölüler düşüncelerini hiç değiştirmezler' diye bir söz vardı ve ben kendimi görüyordum o cümlenin içinde bir yerde. Düşüncelerim bulutlara benziyor; ben bakarken orada kalıyor, bakmayı bırakınca kaçıp gidiyorlar ve ben bugün düşündüğümün tam tersini düşünüyorum yarın. Bir de 'Değişmek isteyen insan kişiliğini oturtamamış aciz insandır' diyorum son zamanlarda. 'Kendi paradokslarımı meşrulaştırmak' diye başlamak istemiyorum cümleme, çünkü öyle klişeleşti ki savunmalarım, sıkıldım kendimden. Değişim, değişim, değişim diye kendi kendimi yiyip bitiriyorum, her şeyi dert belliyorum kendimce. Hiçbir şey doğal akışında değil, her şeye müdahale etmeyi kendime görev ediniyorum.
Bir şey soracağım sana: Eski halini hiç düşünmüyorsun değil mi? On yıl önceki seni mesela, on ay önceki seni, hatta on gün önceki seni? İrdelemeden, fark etmeden, gözünle görmediğine inanmadan yaşıyorsun ya, düşünmüyorsun ya hani... En çok da bu yüzden, hırsla kıskanıyorum seni. Senin gibi olamadığım için zarar vermek istiyorum sana kimi zaman. Sonra yine 'değiştim ben' düşünceleri, 'kim bu içimdeki, kim?' soruları... Yanıt verilemeyen onca soru işareti...
Aklıma şu geliyor sonra, hep düşündüğüm, hiç dile getiremediğim başka bir düşünce: şu hayatta sorgulaması en yürek isteyen şeyler aidiyet ve yeterlilik kavramları. Olmaz ya, yeterince güçlü olursam bir gün, kendimi kabullenirsem yani daha doğrusu hayatı, gün gelir de o cesareti bulursam, ait olduğum yerden kopacak cesareti yani... O gün daha mutlu bir insan olacağım ve sen beni kıskanmaya başlayacaksın güzel insan. Çünkü o gün tüm çocukluk hayallerinin peşinden koşacak olgunlukta bir Nazlı olacağım. Uzun zaman sonra kendimi yettiğime inandıracağım, eksik olan çok şey olmayacak; olsa da onları bulacak ve suratlarına tükürecek, 'Sizsiz de yaşayabilirim!' diye bağıracağım. Hayal kurmak yeniden güzel olacak ve belki hayalleri gerçekleştirmenin, hayallerden daha güzel olabileceğine inanacağım. Ya da muhtemelen buna pek inanmayacağım.
Böyle işte insan. Bugünlerin bir bedeli var elbet, bunca iç ağırlığının bir bedeli var. Boşa değil tüm bu ağır akşamlar.
Bir şeyleri sorgulamadan yaşamak güzel olurdu, sorgulanmadıkça daha çok can yakmasaydı bazı şeyler. Veya yaksaydı da her gün canını, hep ama, hiç durmadan içinde kopmaya devam etseydi fırtınalar; ve sen bilseydin ki tüm bunlar o sorgulanmadan hayatının içinde yer eden saçma kavramların işi... Huzurla nefes alabilir miydin bugün de, şu an da?
Kıskanıyorum seni güzel insan. Vurdumduymazlığını kıskanıyorum. Etrafında olan bitene kayıtsızlığını kıskanıyorum. Ben düşündükçe, kafa yordukça, beynimi patlatırcasına meşru sebepler koymaya çalıştıkça ortaya; sen karşımda dans ediyorsun ve ben seni kıskanıyorum. Kafamı duvarlara çarpmak, hiç durmadan koşmak, hıçkırıklarla ağlamak, susmamak istiyorum; sen karşımda gülümseyen pozlar veriyorsun, kahkahalar atıyor ve tatmin oluyorsun. Huzurlusun, mutlusun, tamamsın. Ben seni kıskanıyorum ve tüm bunlar için kendime küfrediyorum.
Kafatasımın içinde bir yerler acıyor. Bilmiyorum ki zaman nasıl böyle çabuk geçiyor. Bilmiyorum ki arkamızda kalan günler nereye gidiyor. Onlar da yaşasın, tatsın, içinde kaybolsun diye fakir çocuklara mı veriliyor benim geçmişim? Bunu da kıskanırım işte ben. Paylaşamam yaşamımı kimseyle. İçinde yer etmeyen kimseye ödünç veremem günlerimi. Ya kıymet bilmezlerse? Ya benim taptığım saniyelerin önemini fark etmez de gelişine yaşamaya kalkarlarsa? Saniyelerim kimselerin elinde kirlenmesin istiyorum. Oysa yazarak her gün, her gün, her gün kelimeleri kirletiyorum. Bazen biraz bencil bir çocuk oluyorum ve her güzel şey, en azından sahip olduklarım, hep benim olsun istiyorum. Diğer türlü çünkü... Bilmiyorum.
Değişim kavramını iliklerime kadar hissederken bugünlerde, bir de eski'm gitmesin istiyorum. Bazen her şey gidiyor çünkü ve bana tanıdık gelen tek şey geçmişim oluyor. Özellikle değiştiğimi bu kadar sezinlerken, o kadar da değişmediğimi kanıtlamak için kendime ve biraz da rahatlatmak için kalbimi, 'Hayır!' diyorum. 'Değişmedin ki sen, bak eski günlerin hâlâ orada! Bak, bak!' Gülümsüyorum, kendime kendimi inandırmak için. Buralarda geçmişle bağımı koparmamak için ara sıra yaptığım gibi, çekmecemden günlüğümü çıkarıyor ve birkaç yıl öncesinden bir şeyler okumaya, o günü aynen hatırlamaya çalışmaya başlıyorum. Çok aşağılıkça bu yaptığım biliyorum, kendimi kandırmaya çalışıyorum ama- Bir yandan da o günü aynen hatırlamaya çalışma işlevimi layıkıyla yerine getirdiğimi fark ediyorum. Sahi, geçmiş ne kadar uzaklaşmış olabilir ki ben her şeyi böylesine bugün yaşıyormuş gibi hatırlamaya, içimde bir yerlerde hissetmeye devam ederken? Dilerim geçmişim fakir çocukların bugünü değildir. Geçmişimin geçmiş olmaması için dua etmekle geçiyor ömrüm. Ve bugün hep geçiyor, geçmiş hep geçiyor. Geçen geçmişin yerine yenisi geliyor ve bir zamanlar sevilmeyen bugünler geçince özlenmeye başlanıyor. Bir şeyler hep arkada kalıyor ve aklım bana çocukların dünlerimi benden çaldığı yönünde yalanlar söylüyor.
Bir şeylere bağlı yaşamak çok zor, bilemezsin güzel insan. Çünkü ben burada konuşuyorum, kendimi bir sonuca varamayacağımı bile bile anlatma derdine giriyorum; lakin sen karşımda yarınlara odaklanmış, güzel düşler kurarak uyuyorsun. Ben hep bir yerlerde takılı kalırken senin yarınlardan ümitli olmanı deli gibi kıskanıyorum. Deli gibi gülebilmeni de kıskanıyorum ayrıca. Deli gibi gülmek deyiminin varlığını hiç sorgulamadığın için senden nefret de ediyorum. Bunca iğrenç şey olurken ben bir anlığına düşünmeyi bırakıyor ve seni çok seviyorum insan. Yani kastettiğim şey biraz da savaşlar, ölümler, vicdansızlıklar tabii; ama asıl anlatmak istediğim şey hayatın kendisinin şuursuzca sorgulanmaya açık oluşu ve senin bundan uzak yaşayabilmen. Ah, inan bazen ne hissettiğimi bile bilmiyorum; fakat sen iyisin ve bu fena halde canımı sıkıyor.
Yıllar önce kalemimden çıktığını bildiğim o sözcükleri sonradan okuyarak kendime en büyük eziyeti yapıyorum zaten; ne bekliyorum ki? Yılların beni ve hayatımı ve düşüncelerimi ve hayallerimi ve doğal olarak yarınlarımı bu kadar değiştirebilmiş olmasını kabullenemiyorum. Değişmeyen şeyler var oysa dünlerim gibi ama onlara da ulaşamıyorum. Son birkaç aydır hayatımın bu kadar değişmiş olduğuna inanma evresini çok yeni atlatmışken ben, kendi değişmezliğimden o kadar eminim ki bu yeni beni tanımakta, daha doğrusu kabullenmekte sıkıntılar yaşıyorum. Değişimden ziyade değiştiğimi kabullenmekten korkuyorum.
'Sadece aptallar ve ölüler düşüncelerini hiç değiştirmezler' diye bir söz vardı ve ben kendimi görüyordum o cümlenin içinde bir yerde. Düşüncelerim bulutlara benziyor; ben bakarken orada kalıyor, bakmayı bırakınca kaçıp gidiyorlar ve ben bugün düşündüğümün tam tersini düşünüyorum yarın. Bir de 'Değişmek isteyen insan kişiliğini oturtamamış aciz insandır' diyorum son zamanlarda. 'Kendi paradokslarımı meşrulaştırmak' diye başlamak istemiyorum cümleme, çünkü öyle klişeleşti ki savunmalarım, sıkıldım kendimden. Değişim, değişim, değişim diye kendi kendimi yiyip bitiriyorum, her şeyi dert belliyorum kendimce. Hiçbir şey doğal akışında değil, her şeye müdahale etmeyi kendime görev ediniyorum.
Bir şey soracağım sana: Eski halini hiç düşünmüyorsun değil mi? On yıl önceki seni mesela, on ay önceki seni, hatta on gün önceki seni? İrdelemeden, fark etmeden, gözünle görmediğine inanmadan yaşıyorsun ya, düşünmüyorsun ya hani... En çok da bu yüzden, hırsla kıskanıyorum seni. Senin gibi olamadığım için zarar vermek istiyorum sana kimi zaman. Sonra yine 'değiştim ben' düşünceleri, 'kim bu içimdeki, kim?' soruları... Yanıt verilemeyen onca soru işareti...
Aklıma şu geliyor sonra, hep düşündüğüm, hiç dile getiremediğim başka bir düşünce: şu hayatta sorgulaması en yürek isteyen şeyler aidiyet ve yeterlilik kavramları. Olmaz ya, yeterince güçlü olursam bir gün, kendimi kabullenirsem yani daha doğrusu hayatı, gün gelir de o cesareti bulursam, ait olduğum yerden kopacak cesareti yani... O gün daha mutlu bir insan olacağım ve sen beni kıskanmaya başlayacaksın güzel insan. Çünkü o gün tüm çocukluk hayallerinin peşinden koşacak olgunlukta bir Nazlı olacağım. Uzun zaman sonra kendimi yettiğime inandıracağım, eksik olan çok şey olmayacak; olsa da onları bulacak ve suratlarına tükürecek, 'Sizsiz de yaşayabilirim!' diye bağıracağım. Hayal kurmak yeniden güzel olacak ve belki hayalleri gerçekleştirmenin, hayallerden daha güzel olabileceğine inanacağım. Ya da muhtemelen buna pek inanmayacağım.
Böyle işte insan. Bugünlerin bir bedeli var elbet, bunca iç ağırlığının bir bedeli var. Boşa değil tüm bu ağır akşamlar.
kanasın varsın
ne varsa biraz kanamalıdır
benim bunca yıldır günlerim
gecelerim kanadı
15 Oca 2014
kendime terapi
Geçen yıl bu zamanlar, üniversiteye başlamama birkaç ayın kaldığını bilen bir sınav öğrencisi olarak oldukça tedirgindim; çünkü kendimi Adana'dan, ailemin yanından ya da sevgili 12 yıllık okulumdan ayrılmaya hazır hissetmiyordum. Haziran'ın 16'sında, önceki gün tencere tava seslerinden oldukça zor ve geç uyumuş olarak sınava girdiğimde ve sınavım tabiri caizse bok gibi geçtiğinde de oldukça tedirgin olmuştum; çünkü İstanbul'la, Boğaziçi'yle ve üniversite hayatıyla ilgili hayallerim vardı. Bugün, bu zamanlar, yani aslında yaklaşık 4 aydır da oldukça tedirginim; çünkü kendimi Adana'dan, ailemin yanından ya da sevgili 12 yıllık eski okulumdan ayrılacak kadar büyümüş hissetmiyorum. Eve dönmeme sadece 3 gün kaldı, cumartesi günü bu saatlerde havaalanında annemleri bekliyor olacağım. Bu nedenle biraz önce valizimi yerleştiriyordum ve o esnada yine derin düşüncelere dalmışken şöyle şeyler belirdi kulağımda: 'Sen nerede, ne yapıyor olursan ol, heyecanla beklediğin, gelsin diye gün saydığın bir şey varsa, yani demek istediğim, aslında olduğun yerin de keyfini çıkarmaya çalışarak gelmesini istediğin şeyi bekliyorsan mutsuz olduğunu düşünemezsin. Hep bir şeyleri beklersin; ama gününün de tadını çıkarırsın. Benim geçen yıl İstanbul'da olma hayalleri kuruyor olmam ve aynı zamanda sınav yılımı da geçirebileceğim en güzel şekilde geçirebilmiş olmamla bugün İstanbul'da eve döneceğim günün hayalini kuruyor olmam ve aynı zamanda günümü yaşamaya çalışmam arasında aslında pek de fark yok. Hayat sanırım tam olarak böyle bir şey.'
Ayrıca üzülerek belirtmek de zorundayım ki İstanbul bazen çok özel bir yer oluyor; ama aslında mekanla da ilgili değil. Yani dün Renan Bilek'le Ortaoyuncular'da sohbet edebilme şansı bulmuş olabilirim ve bu ileriki hayatımda çok değerli bir yer tutacak da olabilir; lakin bu sohbet İstanbul'da değil de Adana'da geçmiş olsaydı daha özel olur muydu? Sanırım olurdu.
4 haftalık koskocaman bir yarıyıl tatilim var, hem de evimde! Tatil anlayışım değişti -.-
Herkese sevgiler!
Ayrıca üzülerek belirtmek de zorundayım ki İstanbul bazen çok özel bir yer oluyor; ama aslında mekanla da ilgili değil. Yani dün Renan Bilek'le Ortaoyuncular'da sohbet edebilme şansı bulmuş olabilirim ve bu ileriki hayatımda çok değerli bir yer tutacak da olabilir; lakin bu sohbet İstanbul'da değil de Adana'da geçmiş olsaydı daha özel olur muydu? Sanırım olurdu.
4 haftalık koskocaman bir yarıyıl tatilim var, hem de evimde! Tatil anlayışım değişti -.-
Herkese sevgiler!
8 Oca 2014
borular -etgar keret
ekşi'de tesadüfen bulunan şu insana ve şu kısa öyküye bir göz atın aksi takdirde tek başıma dikenli tüylerimin esiri olacağım.
"yedinci sınıfa geçtiğimde okula bir psikiyatr getirdiler, psikiyatr bizi bir dizi uyum sınavından geçirdi. bana arka arkaya yirmi adet farklı kağıt gösterdi ve üzerlerindeki resimlerde ne gibi tuhaflıklar gördüğümü sordu. hiçbirinde bir tuhaflık görememiştim, fakat ısrar edip ilk kartı bana tekrar gösterdi. -üzerinde çocuk resmi olanı- "bu resimde nasıl bir tuhaflık görüyorsun?" diye sordu yorgun bir sesle. bir tuhaflık görmediğimi söyledim yine. sinirlendi ve "resimdeki çocuğun kulakları yok, görmüyor musun?" diye sordu. gerçekten de resme tekrar baktığımda çocuğun kulaklarının olmadığını fark ettim. ama onun dışında bir tuhaflık yoktu resimde. psikiyatr bana "ileri derecede algı bozukluğu" teşhisi koyup, marangozluk meslek lisesine nakil olmamı sağladı. meslek lisesine gittiğimde testere tozuna alerjik olduğum ortaya çıktı, bu sefer de metal atölyesine gönderdiler beni. oldukça becerikliydim aslında, ama yaptığımdan zevk almıyordum. doğrusunu isterseniz, hiçbir şeyden pek zevk almıyordum. okuldan mezun olduktan sonra boru imal eden bir fabrikada iş buldum. fabrikayı ülkenin en iyi teknik üniversitesinden diploması olan bir mühendis yönetiyordu. son derece zeki bir adamdı. ona kulaksız bir çocuk resmi falan gösterseniz anında fark ederdi.
mesaiden sonra fabrikada kalıp kendime kıvrık bir yılanı andıran tuhaf borular yapıyor, içlerinden misket yuvarlıyordum. aptalca, biliyorum, üstelik hoşuma da gitmiyordu, ama yine de yapıyordum.
bir gece gerçekten karmaşık bir boru yaptım, bol kıvrımlı ve dönemeçli. içine misketi yuvarladığımda öteki uçtan çıkmadı. önce ortasında bir yerde sıkışıp kaldı sandım, ama yirmi kadar misketle denedikten sonra kaybolduklarını anladım. bütün bu anlattıklarımı aptalca bulduğunuzu biliyorum. herkes bir misketin durup dururken yok olmayacağını bilir, ama misketleri borunun bir ucundan yuvarlayıp öteki ucundan çıkmadıklarını gördüğümde ben olayı tuhaf bile bulmamıştım. olağan bulmuştum hatta. kendime aynı biçimde bir boru yapıp, içine girmeye ve kayboluncaya kadar sürünmeye işte o zaman karar verdim. fikir aklıma geldiğinde o kadar mutlu oldum ki yüksek sesle güldüm. hayatımda ilk kez gülüyordum, yanılmıyorsam.
o günden sonra gecelerimi devasa borumu yapmaya ayırdım. sabaha kadar çalışıyor, sabah olduğunda parçaları depoya gizliyordum. yirmi günümü aldı boruyu bitirmek. son gece parçaları birleştirmek beş saatimi aldı, bittiğinde boru atölye döşemesinin yarısını kaplamıştı.
borumun bitmiş halini gördüğümde bir keresinde bize, sopaya gerek duyan ilk insanın kabilenin en güçlü ya da zeki insanı olmadığını söyleyen sosyoloji öğretmenimi hatırladım. diğerleri sopaya gerek duymazken o duyuyordu. zayıflığını örtmek ve hayatta kalmak için sopaya diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu. dünyada kaybolmaya benden daha fazla ihtiyaç duyan birinin bulunduğunu sanmıyorum, bu yüzden ben keşfettim o boruyu. ben keşfettim, fabrikayı yöneten teknik üniversite mezunu mühendis değil.
borunun içinde sürünmeye başladım, öteki uçta neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. misket öbeklerinin üzerine oturmuş kulaksız çocuklarla karşılaşacaktım belki. mümkündü. borunun belli bir noktasını geçtikten sonra neler olduğunu tam olarak bilmiyorum. bildiğim bir şey varsa o da burada olduğum. şimdi bir meleğim galiba. yani, kanatlarım var, başımın üzerinde de bir hale. benim gibi yüzlerce insan var burada. ilk geldiğimde herkes yere çömelmiş benim birkaç hafta önce boruya yuvarladığım misketlerle oynuyordu.
cennet'in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. bana buraya kendilerini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinde hoşnut kalmamaları ikinci seferinde uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. hepsi değişik yollardan gelmişler cennet'e.
buraya bermuda şeytan üçgeni'nin belli bir noktasında uçağa takla attırarak gelen pilotlar var. mutfaklarındaki dolaplara girerek gelen ev kadınları var. sırf içlerine girip buraya gelebilmek için uzayda topolojik büklümler keşfeden matematikçiler var. şayet orada mutsuzsanız ve birileri size ciddi bir algı sorununuz olduğunu söylüyorsa, buraya gelmek için kendi yolunuzu bulmak zorundasınız. bulursanız lütfen bir deste iskambil kağıdı getirin, çünkü misketten gına geldi. "
"yedinci sınıfa geçtiğimde okula bir psikiyatr getirdiler, psikiyatr bizi bir dizi uyum sınavından geçirdi. bana arka arkaya yirmi adet farklı kağıt gösterdi ve üzerlerindeki resimlerde ne gibi tuhaflıklar gördüğümü sordu. hiçbirinde bir tuhaflık görememiştim, fakat ısrar edip ilk kartı bana tekrar gösterdi. -üzerinde çocuk resmi olanı- "bu resimde nasıl bir tuhaflık görüyorsun?" diye sordu yorgun bir sesle. bir tuhaflık görmediğimi söyledim yine. sinirlendi ve "resimdeki çocuğun kulakları yok, görmüyor musun?" diye sordu. gerçekten de resme tekrar baktığımda çocuğun kulaklarının olmadığını fark ettim. ama onun dışında bir tuhaflık yoktu resimde. psikiyatr bana "ileri derecede algı bozukluğu" teşhisi koyup, marangozluk meslek lisesine nakil olmamı sağladı. meslek lisesine gittiğimde testere tozuna alerjik olduğum ortaya çıktı, bu sefer de metal atölyesine gönderdiler beni. oldukça becerikliydim aslında, ama yaptığımdan zevk almıyordum. doğrusunu isterseniz, hiçbir şeyden pek zevk almıyordum. okuldan mezun olduktan sonra boru imal eden bir fabrikada iş buldum. fabrikayı ülkenin en iyi teknik üniversitesinden diploması olan bir mühendis yönetiyordu. son derece zeki bir adamdı. ona kulaksız bir çocuk resmi falan gösterseniz anında fark ederdi.
mesaiden sonra fabrikada kalıp kendime kıvrık bir yılanı andıran tuhaf borular yapıyor, içlerinden misket yuvarlıyordum. aptalca, biliyorum, üstelik hoşuma da gitmiyordu, ama yine de yapıyordum.
bir gece gerçekten karmaşık bir boru yaptım, bol kıvrımlı ve dönemeçli. içine misketi yuvarladığımda öteki uçtan çıkmadı. önce ortasında bir yerde sıkışıp kaldı sandım, ama yirmi kadar misketle denedikten sonra kaybolduklarını anladım. bütün bu anlattıklarımı aptalca bulduğunuzu biliyorum. herkes bir misketin durup dururken yok olmayacağını bilir, ama misketleri borunun bir ucundan yuvarlayıp öteki ucundan çıkmadıklarını gördüğümde ben olayı tuhaf bile bulmamıştım. olağan bulmuştum hatta. kendime aynı biçimde bir boru yapıp, içine girmeye ve kayboluncaya kadar sürünmeye işte o zaman karar verdim. fikir aklıma geldiğinde o kadar mutlu oldum ki yüksek sesle güldüm. hayatımda ilk kez gülüyordum, yanılmıyorsam.
o günden sonra gecelerimi devasa borumu yapmaya ayırdım. sabaha kadar çalışıyor, sabah olduğunda parçaları depoya gizliyordum. yirmi günümü aldı boruyu bitirmek. son gece parçaları birleştirmek beş saatimi aldı, bittiğinde boru atölye döşemesinin yarısını kaplamıştı.
borumun bitmiş halini gördüğümde bir keresinde bize, sopaya gerek duyan ilk insanın kabilenin en güçlü ya da zeki insanı olmadığını söyleyen sosyoloji öğretmenimi hatırladım. diğerleri sopaya gerek duymazken o duyuyordu. zayıflığını örtmek ve hayatta kalmak için sopaya diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu. dünyada kaybolmaya benden daha fazla ihtiyaç duyan birinin bulunduğunu sanmıyorum, bu yüzden ben keşfettim o boruyu. ben keşfettim, fabrikayı yöneten teknik üniversite mezunu mühendis değil.
borunun içinde sürünmeye başladım, öteki uçta neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. misket öbeklerinin üzerine oturmuş kulaksız çocuklarla karşılaşacaktım belki. mümkündü. borunun belli bir noktasını geçtikten sonra neler olduğunu tam olarak bilmiyorum. bildiğim bir şey varsa o da burada olduğum. şimdi bir meleğim galiba. yani, kanatlarım var, başımın üzerinde de bir hale. benim gibi yüzlerce insan var burada. ilk geldiğimde herkes yere çömelmiş benim birkaç hafta önce boruya yuvarladığım misketlerle oynuyordu.
cennet'in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. bana buraya kendilerini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinde hoşnut kalmamaları ikinci seferinde uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. hepsi değişik yollardan gelmişler cennet'e.
buraya bermuda şeytan üçgeni'nin belli bir noktasında uçağa takla attırarak gelen pilotlar var. mutfaklarındaki dolaplara girerek gelen ev kadınları var. sırf içlerine girip buraya gelebilmek için uzayda topolojik büklümler keşfeden matematikçiler var. şayet orada mutsuzsanız ve birileri size ciddi bir algı sorununuz olduğunu söylüyorsa, buraya gelmek için kendi yolunuzu bulmak zorundasınız. bulursanız lütfen bir deste iskambil kağıdı getirin, çünkü misketten gına geldi. "
6 Oca 2014
aylar yıllar sonra mim
Dün gece saat 2'ye doğru uyuyup gecenin bir yarısı uyandım ve sonra bir daha da uyuyamadım. 8.40'ta çalan alarmımı oda arkadaşım susturdu, ben kalkmamakta baya direttim; lakin 9'a doğru kendimi ranzadan söylenerek inerken buldum. Madem geç kalktım, kantinde kahvaltı yapayım diye düşünerek üstümü giyindim. Odadan çıktım, hâlâ çok uykum vardı. Poğaçamı ve çayımı alıp sınıfa gittim. Arka sıralardan birine oturup tabletimi aldım elime, dersin başlamasını beklerken ben poğaçamı yiyordum ve sınıf yavaş yavaş doluyordu. 9.45'te başlayıp 14 sularında biten üç blok dersimin ardından başta belirttiğim oda arkadaşımla -kendisi Ece olur- Taksim'e gittik. Hâlâ uykusuzdum, otobüsteyken yol hiç bitmesin, hep başımı cama yasladığım o pozisyonda kalayım istedim; tabii ki ben öyle istedim diye yol kısaldı ve çok çabuk vardık. Taksim'e gidişimizin tek amacı benim bitmesinden korktuğum -telefondaki kadın 'oyun günü gelseniz bile yer bulabilirsiniz' dediği halde- Renan Bilek biletini alacak olmamdı. Tabii ki ben oyun günü gidip bileti almaya kalksaydım yer kalmazdı çünkü Murphy o salak kanunlarını bana bakarak yazdı. Neyse. Ben kendime ve başka bir arkadaşıma bilet aldıktan sonra İstiklal'de takılmaya başladık. Halep Pasajı'ndan kuzenime Star Wars tişörtü aldım hatta. Beğenmezse kendim giyerim ;) Şaka şaka beğenir. Ben seçtim çünkü. Sonra Tshirtium'a girip bana kapıyı açan adama 'Back to the Future tişörtünüz var mı söyleyin ona göre giricem.' dedim. 'Yok' dedi. Girmedim ben de. Oysaki Tshirtium benim 10. sınıfta kendime Beatles tişörtü aldığım yerdi. O tişörtü ilk giydiğim günün akşamında küçükken (yalan söylüyo eşşek kadardı) dev hayranı olduğum ünlü şahsiyeti görmüştüm İstiklal'de. Sonra anneme gösterip gitmiştim. Bu kadar. Sonraki iki hafta falan da 'NEDEN FOTOĞRAF İSTEMEDİM ÜHÜHÜH' falan demiştim. Ah, anılar... Neyse tekrar. Islak hamburger bana kalırsa hiç de güzel bir şey olmadığı için Bambi'ye waffle yemek amaçlı oturduk. Islak hamburger ve waffle ne alaka gerçekten ben de anlamadım, takılmayın. Zaten Bambi'ye oturunca acıktığımızı fark ettik. Önce tost-portakal suyu ve ardından kocaman bir waffle yedik. Yemek konusunda çok iddialı olsam da o waffle bitmedi arkadaş. Ece öküzü bitirdi ama. Sonra sevgili kampüsümün sevgili otobüsünün gelişine 1 saat var diye şöööyle bir gezelim tekrar dedik. Sıraselviler'den aşağı inince nereye varılıyor bilmiyorum; ama sanırım Cihangir oralarda bir yerde. Biraz dolanıp metroyla 4. Levent'e geçtik. Ordan da sevgi dolu kampüsümüze geldik.
HAYATIMDA BU KADAR ANLAMSIZ Bİ YAZI DAHA YAZMAMIŞTIM.
Ne diyorum ben ya? Mim yapacaktım ben ondan geldim buraya. Sonra baktım saat 11 olmuş. Odada kimse yok. Annemlerle bugün toplam 8 defa falan konuştum, bir daha ararsam küfredebilirler. Zaten annem Kayıp izliyo, arasam da açmaz. Ben de sanıyorum bir şeyler karalayayım dedim; ama okudum ki resmen karalamışım. Neyse silmiyorum da, okur gülerim sonra.
MİM YAPCAM BEN. Aşağıdaki mimi tesadüfen buldum. Sahibi umarım kızmaz. İsteyen herkesi de mimliyor ve başlıyorum.
Hayalinizdeki meslek nedir?
Çok yetenekli olduğum bir şeyi yapmak isterdim. Yani böyle doğuştan gelen ve bana haz veren, şu günlerde bulmaktan epey uzak olduğum o tatminkarlığı yaşatabilecek olan, görenlerin de takdir edeceği o şeyi yapmak isterdim. Ki bence öyle bir şeyim yok. Gerçekçi bir cevap gerekiyorsa da, yeteneği bir kenara bırakıp tatminkarlığı baz alarak senarist ya da yönetmen olmak isterdim diyebilirim sanırım.
Kışın sürmeyi en sevdiğiniz parfüm?
Devamlı şunu kullanırım dediğim bir marka yok ama şu an Elizabeth Arden kullanıyorum.
Çay mı, kahve mi? Kaç şekerli/Sütlü, sütsüz?
Çay, şekersiz.
En önemli makyaj hileniz?
Makyajdan anladığım tek şey göz kalemi. Ona da genellikle üşeniyorum.
Tam şu anda kucağınıza bir cin düşseydi ve 3 dilek hakkınız olduğunu söyleseydi, ne olurdu?
Kendimi bir şey dilemeye mecbur hissedince aklıma hiçbir şey gelmiyor. Doğum günü pastamı üflerken hep 'her şey hep böyle iyi olsun' falan derim hatta. Düşününce de, yeterli sanki?
Kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği ve tatlı. Bu öğünlerden ömrünüz boyunca yalnızca bir tanesini seçmek zorunda kalsanız, hangisi olurdu?
Sahip olmak istediğiniz bir yetenek?
Böyle sorunca da insanın aklına bir şey gelmiyormuş ki. İlk soruda bilmiş bilmiş konuşmasam iyiymiş. Yine de, ben konuşurken karşımdaki insanların içinde beni dinlemeye yönelik bir dürtü oluşturabilmeyi çok isterdim. Söyleyecek önemli şeylerim olsun istiyorum. Bir de, yazmak konusunda daha yaratıcı olabilseydim keşke. Sesimin güzel olmasını ve insanlara dinletebilecek kadar keman çalabilmeyi de isterdim. Çok yeteneksiz olduğumu sanıyorum belirtmiştim?
Bitince almaya devam edeceğiniz bir kozmetik ürünü?
Kendime gülerek Johnson's Baby kolonyaları diyorum. SANIRIM ONLAR KOZMETİK ÜRÜNÜ DEĞİL ama BANANE. Bedtime dünyanın en güzel kokusuna sahip.
Eğer geleceği görme şansınız olsaydı, görmek ister miydiniz? Evetse tam olarak neyi görmek isterdiniz?
Geçmişe ışınlanmak isterdim ben. Gelecekten umutlu insanlara bir türlü anlam veremiyorum. (hep kendiyle çelişiyo)
Neden Blog tutmaya başladınız?
Neden günlük yazmaya başladınız sorusunun cevabını ben de bilmiyorum çünkü sanırım 9 yaşındaydım ve renkli kalemlerle bir şeyler karalamak hoşuma gidiyordu. Zamanla yazı yazmak benim için bir hatırlama eylemine dönüştü. Yani anılarla ilgili bir şey en başta. Sonrasındaysa tabii ki kendini konuşarak olduğundan daha fazla ve daha iyi ifade edebilmekle ilgili. Kendini anlatabilmek çabasıyla ilgili.
HAYATIMDA BU KADAR ANLAMSIZ Bİ YAZI DAHA YAZMAMIŞTIM.
Ne diyorum ben ya? Mim yapacaktım ben ondan geldim buraya. Sonra baktım saat 11 olmuş. Odada kimse yok. Annemlerle bugün toplam 8 defa falan konuştum, bir daha ararsam küfredebilirler. Zaten annem Kayıp izliyo, arasam da açmaz. Ben de sanıyorum bir şeyler karalayayım dedim; ama okudum ki resmen karalamışım. Neyse silmiyorum da, okur gülerim sonra.
MİM YAPCAM BEN. Aşağıdaki mimi tesadüfen buldum. Sahibi umarım kızmaz. İsteyen herkesi de mimliyor ve başlıyorum.
Hayalinizdeki meslek nedir?
Çok yetenekli olduğum bir şeyi yapmak isterdim. Yani böyle doğuştan gelen ve bana haz veren, şu günlerde bulmaktan epey uzak olduğum o tatminkarlığı yaşatabilecek olan, görenlerin de takdir edeceği o şeyi yapmak isterdim. Ki bence öyle bir şeyim yok. Gerçekçi bir cevap gerekiyorsa da, yeteneği bir kenara bırakıp tatminkarlığı baz alarak senarist ya da yönetmen olmak isterdim diyebilirim sanırım.
Kışın sürmeyi en sevdiğiniz parfüm?
Devamlı şunu kullanırım dediğim bir marka yok ama şu an Elizabeth Arden kullanıyorum.
Çay mı, kahve mi? Kaç şekerli/Sütlü, sütsüz?
Çay, şekersiz.
En önemli makyaj hileniz?
Makyajdan anladığım tek şey göz kalemi. Ona da genellikle üşeniyorum.
Tam şu anda kucağınıza bir cin düşseydi ve 3 dilek hakkınız olduğunu söyleseydi, ne olurdu?
Kendimi bir şey dilemeye mecbur hissedince aklıma hiçbir şey gelmiyor. Doğum günü pastamı üflerken hep 'her şey hep böyle iyi olsun' falan derim hatta. Düşününce de, yeterli sanki?
Kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği ve tatlı. Bu öğünlerden ömrünüz boyunca yalnızca bir tanesini seçmek zorunda kalsanız, hangisi olurdu?
Kahvaltı tabii ki.
Eğer Hello Kitty olsaydınız, kurdeleniz ne renk olurdu?
Mavi ya da kırmızı.
Eğer ömrünüz boyunca yalnızca bir tane takı takma seçeneğiniz olsaydı bu ne olurdu?
Küpe ve bileklik arasında gidip geliyorum. Küpe sanırım.
Eğer Hello Kitty olsaydınız, kurdeleniz ne renk olurdu?
Mavi ya da kırmızı.
Eğer ömrünüz boyunca yalnızca bir tane takı takma seçeneğiniz olsaydı bu ne olurdu?
Küpe ve bileklik arasında gidip geliyorum. Küpe sanırım.
Sahip olmak istediğiniz bir yetenek?
Böyle sorunca da insanın aklına bir şey gelmiyormuş ki. İlk soruda bilmiş bilmiş konuşmasam iyiymiş. Yine de, ben konuşurken karşımdaki insanların içinde beni dinlemeye yönelik bir dürtü oluşturabilmeyi çok isterdim. Söyleyecek önemli şeylerim olsun istiyorum. Bir de, yazmak konusunda daha yaratıcı olabilseydim keşke. Sesimin güzel olmasını ve insanlara dinletebilecek kadar keman çalabilmeyi de isterdim. Çok yeteneksiz olduğumu sanıyorum belirtmiştim?
Bitince almaya devam edeceğiniz bir kozmetik ürünü?
Kendime gülerek Johnson's Baby kolonyaları diyorum. SANIRIM ONLAR KOZMETİK ÜRÜNÜ DEĞİL ama BANANE. Bedtime dünyanın en güzel kokusuna sahip.
Eğer geleceği görme şansınız olsaydı, görmek ister miydiniz? Evetse tam olarak neyi görmek isterdiniz?
Geçmişe ışınlanmak isterdim ben. Gelecekten umutlu insanlara bir türlü anlam veremiyorum. (hep kendiyle çelişiyo)
Gizli ünlü aşkınız kim? (Fotoğraf koyun!)
Johnny Depp diycem çok klasik olacak ama öyle.
Johnny Depp diycem çok klasik olacak ama öyle.
Orlando Bloom diycem daha da klaik olacak ama o da öyle napiyim.
Patrick Dempsey diyebilirim belki bir de.
Neden Blog tutmaya başladınız?
Neden günlük yazmaya başladınız sorusunun cevabını ben de bilmiyorum çünkü sanırım 9 yaşındaydım ve renkli kalemlerle bir şeyler karalamak hoşuma gidiyordu. Zamanla yazı yazmak benim için bir hatırlama eylemine dönüştü. Yani anılarla ilgili bir şey en başta. Sonrasındaysa tabii ki kendini konuşarak olduğundan daha fazla ve daha iyi ifade edebilmekle ilgili. Kendini anlatabilmek çabasıyla ilgili.
Blogger'a girişim de oldukça tesadüf aslında. Yani burda yazmamla evde deftere yazmam arasında pek fark yok, çünkü burda yazdıklarımı okuyan insan da pek yok. Ama yine de, elimin altında devamlı ulaşabileceğim bir günlük olması hoşuma gidiyor. Kendi düzenimi kurdum burda. Okumasanız da yazıyorum işte, hoşuma gidiyor.
Katlanan herkese teşekkürler ve çok mutlu yıllar! :))
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
