Geçen yıl bu zamanlar, üniversiteye başlamama birkaç ayın kaldığını bilen bir sınav öğrencisi olarak oldukça tedirgindim; çünkü kendimi Adana'dan, ailemin yanından ya da sevgili 12 yıllık okulumdan ayrılmaya hazır hissetmiyordum. Haziran'ın 16'sında, önceki gün tencere tava seslerinden oldukça zor ve geç uyumuş olarak sınava girdiğimde ve sınavım tabiri caizse bok gibi geçtiğinde de oldukça tedirgin olmuştum; çünkü İstanbul'la, Boğaziçi'yle ve üniversite hayatıyla ilgili hayallerim vardı. Bugün, bu zamanlar, yani aslında yaklaşık 4 aydır da oldukça tedirginim; çünkü kendimi Adana'dan, ailemin yanından ya da sevgili 12 yıllık eski okulumdan ayrılacak kadar büyümüş hissetmiyorum. Eve dönmeme sadece 3 gün kaldı, cumartesi günü bu saatlerde havaalanında annemleri bekliyor olacağım. Bu nedenle biraz önce valizimi yerleştiriyordum ve o esnada yine derin düşüncelere dalmışken şöyle şeyler belirdi kulağımda: 'Sen nerede, ne yapıyor olursan ol, heyecanla beklediğin, gelsin diye gün saydığın bir şey varsa, yani demek istediğim, aslında olduğun yerin de keyfini çıkarmaya çalışarak gelmesini istediğin şeyi bekliyorsan mutsuz olduğunu düşünemezsin. Hep bir şeyleri beklersin; ama gününün de tadını çıkarırsın. Benim geçen yıl İstanbul'da olma hayalleri kuruyor olmam ve aynı zamanda sınav yılımı da geçirebileceğim en güzel şekilde geçirebilmiş olmamla bugün İstanbul'da eve döneceğim günün hayalini kuruyor olmam ve aynı zamanda günümü yaşamaya çalışmam arasında aslında pek de fark yok. Hayat sanırım tam olarak böyle bir şey.'
Ayrıca üzülerek belirtmek de zorundayım ki İstanbul bazen çok özel bir yer oluyor; ama aslında mekanla da ilgili değil. Yani dün Renan Bilek'le Ortaoyuncular'da sohbet edebilme şansı bulmuş olabilirim ve bu ileriki hayatımda çok değerli bir yer tutacak da olabilir; lakin bu sohbet İstanbul'da değil de Adana'da geçmiş olsaydı daha özel olur muydu? Sanırım olurdu.
4 haftalık koskocaman bir yarıyıl tatilim var, hem de evimde! Tatil anlayışım değişti -.-
Herkese sevgiler!
15 Oca 2014
8 Oca 2014
borular -etgar keret
ekşi'de tesadüfen bulunan şu insana ve şu kısa öyküye bir göz atın aksi takdirde tek başıma dikenli tüylerimin esiri olacağım.
"yedinci sınıfa geçtiğimde okula bir psikiyatr getirdiler, psikiyatr bizi bir dizi uyum sınavından geçirdi. bana arka arkaya yirmi adet farklı kağıt gösterdi ve üzerlerindeki resimlerde ne gibi tuhaflıklar gördüğümü sordu. hiçbirinde bir tuhaflık görememiştim, fakat ısrar edip ilk kartı bana tekrar gösterdi. -üzerinde çocuk resmi olanı- "bu resimde nasıl bir tuhaflık görüyorsun?" diye sordu yorgun bir sesle. bir tuhaflık görmediğimi söyledim yine. sinirlendi ve "resimdeki çocuğun kulakları yok, görmüyor musun?" diye sordu. gerçekten de resme tekrar baktığımda çocuğun kulaklarının olmadığını fark ettim. ama onun dışında bir tuhaflık yoktu resimde. psikiyatr bana "ileri derecede algı bozukluğu" teşhisi koyup, marangozluk meslek lisesine nakil olmamı sağladı. meslek lisesine gittiğimde testere tozuna alerjik olduğum ortaya çıktı, bu sefer de metal atölyesine gönderdiler beni. oldukça becerikliydim aslında, ama yaptığımdan zevk almıyordum. doğrusunu isterseniz, hiçbir şeyden pek zevk almıyordum. okuldan mezun olduktan sonra boru imal eden bir fabrikada iş buldum. fabrikayı ülkenin en iyi teknik üniversitesinden diploması olan bir mühendis yönetiyordu. son derece zeki bir adamdı. ona kulaksız bir çocuk resmi falan gösterseniz anında fark ederdi.
mesaiden sonra fabrikada kalıp kendime kıvrık bir yılanı andıran tuhaf borular yapıyor, içlerinden misket yuvarlıyordum. aptalca, biliyorum, üstelik hoşuma da gitmiyordu, ama yine de yapıyordum.
bir gece gerçekten karmaşık bir boru yaptım, bol kıvrımlı ve dönemeçli. içine misketi yuvarladığımda öteki uçtan çıkmadı. önce ortasında bir yerde sıkışıp kaldı sandım, ama yirmi kadar misketle denedikten sonra kaybolduklarını anladım. bütün bu anlattıklarımı aptalca bulduğunuzu biliyorum. herkes bir misketin durup dururken yok olmayacağını bilir, ama misketleri borunun bir ucundan yuvarlayıp öteki ucundan çıkmadıklarını gördüğümde ben olayı tuhaf bile bulmamıştım. olağan bulmuştum hatta. kendime aynı biçimde bir boru yapıp, içine girmeye ve kayboluncaya kadar sürünmeye işte o zaman karar verdim. fikir aklıma geldiğinde o kadar mutlu oldum ki yüksek sesle güldüm. hayatımda ilk kez gülüyordum, yanılmıyorsam.
o günden sonra gecelerimi devasa borumu yapmaya ayırdım. sabaha kadar çalışıyor, sabah olduğunda parçaları depoya gizliyordum. yirmi günümü aldı boruyu bitirmek. son gece parçaları birleştirmek beş saatimi aldı, bittiğinde boru atölye döşemesinin yarısını kaplamıştı.
borumun bitmiş halini gördüğümde bir keresinde bize, sopaya gerek duyan ilk insanın kabilenin en güçlü ya da zeki insanı olmadığını söyleyen sosyoloji öğretmenimi hatırladım. diğerleri sopaya gerek duymazken o duyuyordu. zayıflığını örtmek ve hayatta kalmak için sopaya diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu. dünyada kaybolmaya benden daha fazla ihtiyaç duyan birinin bulunduğunu sanmıyorum, bu yüzden ben keşfettim o boruyu. ben keşfettim, fabrikayı yöneten teknik üniversite mezunu mühendis değil.
borunun içinde sürünmeye başladım, öteki uçta neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. misket öbeklerinin üzerine oturmuş kulaksız çocuklarla karşılaşacaktım belki. mümkündü. borunun belli bir noktasını geçtikten sonra neler olduğunu tam olarak bilmiyorum. bildiğim bir şey varsa o da burada olduğum. şimdi bir meleğim galiba. yani, kanatlarım var, başımın üzerinde de bir hale. benim gibi yüzlerce insan var burada. ilk geldiğimde herkes yere çömelmiş benim birkaç hafta önce boruya yuvarladığım misketlerle oynuyordu.
cennet'in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. bana buraya kendilerini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinde hoşnut kalmamaları ikinci seferinde uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. hepsi değişik yollardan gelmişler cennet'e.
buraya bermuda şeytan üçgeni'nin belli bir noktasında uçağa takla attırarak gelen pilotlar var. mutfaklarındaki dolaplara girerek gelen ev kadınları var. sırf içlerine girip buraya gelebilmek için uzayda topolojik büklümler keşfeden matematikçiler var. şayet orada mutsuzsanız ve birileri size ciddi bir algı sorununuz olduğunu söylüyorsa, buraya gelmek için kendi yolunuzu bulmak zorundasınız. bulursanız lütfen bir deste iskambil kağıdı getirin, çünkü misketten gına geldi. "
"yedinci sınıfa geçtiğimde okula bir psikiyatr getirdiler, psikiyatr bizi bir dizi uyum sınavından geçirdi. bana arka arkaya yirmi adet farklı kağıt gösterdi ve üzerlerindeki resimlerde ne gibi tuhaflıklar gördüğümü sordu. hiçbirinde bir tuhaflık görememiştim, fakat ısrar edip ilk kartı bana tekrar gösterdi. -üzerinde çocuk resmi olanı- "bu resimde nasıl bir tuhaflık görüyorsun?" diye sordu yorgun bir sesle. bir tuhaflık görmediğimi söyledim yine. sinirlendi ve "resimdeki çocuğun kulakları yok, görmüyor musun?" diye sordu. gerçekten de resme tekrar baktığımda çocuğun kulaklarının olmadığını fark ettim. ama onun dışında bir tuhaflık yoktu resimde. psikiyatr bana "ileri derecede algı bozukluğu" teşhisi koyup, marangozluk meslek lisesine nakil olmamı sağladı. meslek lisesine gittiğimde testere tozuna alerjik olduğum ortaya çıktı, bu sefer de metal atölyesine gönderdiler beni. oldukça becerikliydim aslında, ama yaptığımdan zevk almıyordum. doğrusunu isterseniz, hiçbir şeyden pek zevk almıyordum. okuldan mezun olduktan sonra boru imal eden bir fabrikada iş buldum. fabrikayı ülkenin en iyi teknik üniversitesinden diploması olan bir mühendis yönetiyordu. son derece zeki bir adamdı. ona kulaksız bir çocuk resmi falan gösterseniz anında fark ederdi.
mesaiden sonra fabrikada kalıp kendime kıvrık bir yılanı andıran tuhaf borular yapıyor, içlerinden misket yuvarlıyordum. aptalca, biliyorum, üstelik hoşuma da gitmiyordu, ama yine de yapıyordum.
bir gece gerçekten karmaşık bir boru yaptım, bol kıvrımlı ve dönemeçli. içine misketi yuvarladığımda öteki uçtan çıkmadı. önce ortasında bir yerde sıkışıp kaldı sandım, ama yirmi kadar misketle denedikten sonra kaybolduklarını anladım. bütün bu anlattıklarımı aptalca bulduğunuzu biliyorum. herkes bir misketin durup dururken yok olmayacağını bilir, ama misketleri borunun bir ucundan yuvarlayıp öteki ucundan çıkmadıklarını gördüğümde ben olayı tuhaf bile bulmamıştım. olağan bulmuştum hatta. kendime aynı biçimde bir boru yapıp, içine girmeye ve kayboluncaya kadar sürünmeye işte o zaman karar verdim. fikir aklıma geldiğinde o kadar mutlu oldum ki yüksek sesle güldüm. hayatımda ilk kez gülüyordum, yanılmıyorsam.
o günden sonra gecelerimi devasa borumu yapmaya ayırdım. sabaha kadar çalışıyor, sabah olduğunda parçaları depoya gizliyordum. yirmi günümü aldı boruyu bitirmek. son gece parçaları birleştirmek beş saatimi aldı, bittiğinde boru atölye döşemesinin yarısını kaplamıştı.
borumun bitmiş halini gördüğümde bir keresinde bize, sopaya gerek duyan ilk insanın kabilenin en güçlü ya da zeki insanı olmadığını söyleyen sosyoloji öğretmenimi hatırladım. diğerleri sopaya gerek duymazken o duyuyordu. zayıflığını örtmek ve hayatta kalmak için sopaya diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu. dünyada kaybolmaya benden daha fazla ihtiyaç duyan birinin bulunduğunu sanmıyorum, bu yüzden ben keşfettim o boruyu. ben keşfettim, fabrikayı yöneten teknik üniversite mezunu mühendis değil.
borunun içinde sürünmeye başladım, öteki uçta neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. misket öbeklerinin üzerine oturmuş kulaksız çocuklarla karşılaşacaktım belki. mümkündü. borunun belli bir noktasını geçtikten sonra neler olduğunu tam olarak bilmiyorum. bildiğim bir şey varsa o da burada olduğum. şimdi bir meleğim galiba. yani, kanatlarım var, başımın üzerinde de bir hale. benim gibi yüzlerce insan var burada. ilk geldiğimde herkes yere çömelmiş benim birkaç hafta önce boruya yuvarladığım misketlerle oynuyordu.
cennet'in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri. bana buraya kendilerini öldürerek gelenlerin hayatlarını tekrar yaşamaları için dünyaya geri gönderildiklerini söylediler, çünkü ilk seferinde hoşnut kalmamaları ikinci seferinde uyum sağlayamayacakları anlamına gelmiyor. ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası. hepsi değişik yollardan gelmişler cennet'e.
buraya bermuda şeytan üçgeni'nin belli bir noktasında uçağa takla attırarak gelen pilotlar var. mutfaklarındaki dolaplara girerek gelen ev kadınları var. sırf içlerine girip buraya gelebilmek için uzayda topolojik büklümler keşfeden matematikçiler var. şayet orada mutsuzsanız ve birileri size ciddi bir algı sorununuz olduğunu söylüyorsa, buraya gelmek için kendi yolunuzu bulmak zorundasınız. bulursanız lütfen bir deste iskambil kağıdı getirin, çünkü misketten gına geldi. "
6 Oca 2014
aylar yıllar sonra mim
Dün gece saat 2'ye doğru uyuyup gecenin bir yarısı uyandım ve sonra bir daha da uyuyamadım. 8.40'ta çalan alarmımı oda arkadaşım susturdu, ben kalkmamakta baya direttim; lakin 9'a doğru kendimi ranzadan söylenerek inerken buldum. Madem geç kalktım, kantinde kahvaltı yapayım diye düşünerek üstümü giyindim. Odadan çıktım, hâlâ çok uykum vardı. Poğaçamı ve çayımı alıp sınıfa gittim. Arka sıralardan birine oturup tabletimi aldım elime, dersin başlamasını beklerken ben poğaçamı yiyordum ve sınıf yavaş yavaş doluyordu. 9.45'te başlayıp 14 sularında biten üç blok dersimin ardından başta belirttiğim oda arkadaşımla -kendisi Ece olur- Taksim'e gittik. Hâlâ uykusuzdum, otobüsteyken yol hiç bitmesin, hep başımı cama yasladığım o pozisyonda kalayım istedim; tabii ki ben öyle istedim diye yol kısaldı ve çok çabuk vardık. Taksim'e gidişimizin tek amacı benim bitmesinden korktuğum -telefondaki kadın 'oyun günü gelseniz bile yer bulabilirsiniz' dediği halde- Renan Bilek biletini alacak olmamdı. Tabii ki ben oyun günü gidip bileti almaya kalksaydım yer kalmazdı çünkü Murphy o salak kanunlarını bana bakarak yazdı. Neyse. Ben kendime ve başka bir arkadaşıma bilet aldıktan sonra İstiklal'de takılmaya başladık. Halep Pasajı'ndan kuzenime Star Wars tişörtü aldım hatta. Beğenmezse kendim giyerim ;) Şaka şaka beğenir. Ben seçtim çünkü. Sonra Tshirtium'a girip bana kapıyı açan adama 'Back to the Future tişörtünüz var mı söyleyin ona göre giricem.' dedim. 'Yok' dedi. Girmedim ben de. Oysaki Tshirtium benim 10. sınıfta kendime Beatles tişörtü aldığım yerdi. O tişörtü ilk giydiğim günün akşamında küçükken (yalan söylüyo eşşek kadardı) dev hayranı olduğum ünlü şahsiyeti görmüştüm İstiklal'de. Sonra anneme gösterip gitmiştim. Bu kadar. Sonraki iki hafta falan da 'NEDEN FOTOĞRAF İSTEMEDİM ÜHÜHÜH' falan demiştim. Ah, anılar... Neyse tekrar. Islak hamburger bana kalırsa hiç de güzel bir şey olmadığı için Bambi'ye waffle yemek amaçlı oturduk. Islak hamburger ve waffle ne alaka gerçekten ben de anlamadım, takılmayın. Zaten Bambi'ye oturunca acıktığımızı fark ettik. Önce tost-portakal suyu ve ardından kocaman bir waffle yedik. Yemek konusunda çok iddialı olsam da o waffle bitmedi arkadaş. Ece öküzü bitirdi ama. Sonra sevgili kampüsümün sevgili otobüsünün gelişine 1 saat var diye şöööyle bir gezelim tekrar dedik. Sıraselviler'den aşağı inince nereye varılıyor bilmiyorum; ama sanırım Cihangir oralarda bir yerde. Biraz dolanıp metroyla 4. Levent'e geçtik. Ordan da sevgi dolu kampüsümüze geldik.
HAYATIMDA BU KADAR ANLAMSIZ Bİ YAZI DAHA YAZMAMIŞTIM.
Ne diyorum ben ya? Mim yapacaktım ben ondan geldim buraya. Sonra baktım saat 11 olmuş. Odada kimse yok. Annemlerle bugün toplam 8 defa falan konuştum, bir daha ararsam küfredebilirler. Zaten annem Kayıp izliyo, arasam da açmaz. Ben de sanıyorum bir şeyler karalayayım dedim; ama okudum ki resmen karalamışım. Neyse silmiyorum da, okur gülerim sonra.
MİM YAPCAM BEN. Aşağıdaki mimi tesadüfen buldum. Sahibi umarım kızmaz. İsteyen herkesi de mimliyor ve başlıyorum.
Hayalinizdeki meslek nedir?
Çok yetenekli olduğum bir şeyi yapmak isterdim. Yani böyle doğuştan gelen ve bana haz veren, şu günlerde bulmaktan epey uzak olduğum o tatminkarlığı yaşatabilecek olan, görenlerin de takdir edeceği o şeyi yapmak isterdim. Ki bence öyle bir şeyim yok. Gerçekçi bir cevap gerekiyorsa da, yeteneği bir kenara bırakıp tatminkarlığı baz alarak senarist ya da yönetmen olmak isterdim diyebilirim sanırım.
Kışın sürmeyi en sevdiğiniz parfüm?
Devamlı şunu kullanırım dediğim bir marka yok ama şu an Elizabeth Arden kullanıyorum.
Çay mı, kahve mi? Kaç şekerli/Sütlü, sütsüz?
Çay, şekersiz.
En önemli makyaj hileniz?
Makyajdan anladığım tek şey göz kalemi. Ona da genellikle üşeniyorum.
Tam şu anda kucağınıza bir cin düşseydi ve 3 dilek hakkınız olduğunu söyleseydi, ne olurdu?
Kendimi bir şey dilemeye mecbur hissedince aklıma hiçbir şey gelmiyor. Doğum günü pastamı üflerken hep 'her şey hep böyle iyi olsun' falan derim hatta. Düşününce de, yeterli sanki?
Kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği ve tatlı. Bu öğünlerden ömrünüz boyunca yalnızca bir tanesini seçmek zorunda kalsanız, hangisi olurdu?
Sahip olmak istediğiniz bir yetenek?
Böyle sorunca da insanın aklına bir şey gelmiyormuş ki. İlk soruda bilmiş bilmiş konuşmasam iyiymiş. Yine de, ben konuşurken karşımdaki insanların içinde beni dinlemeye yönelik bir dürtü oluşturabilmeyi çok isterdim. Söyleyecek önemli şeylerim olsun istiyorum. Bir de, yazmak konusunda daha yaratıcı olabilseydim keşke. Sesimin güzel olmasını ve insanlara dinletebilecek kadar keman çalabilmeyi de isterdim. Çok yeteneksiz olduğumu sanıyorum belirtmiştim?
Bitince almaya devam edeceğiniz bir kozmetik ürünü?
Kendime gülerek Johnson's Baby kolonyaları diyorum. SANIRIM ONLAR KOZMETİK ÜRÜNÜ DEĞİL ama BANANE. Bedtime dünyanın en güzel kokusuna sahip.
Eğer geleceği görme şansınız olsaydı, görmek ister miydiniz? Evetse tam olarak neyi görmek isterdiniz?
Geçmişe ışınlanmak isterdim ben. Gelecekten umutlu insanlara bir türlü anlam veremiyorum. (hep kendiyle çelişiyo)
Neden Blog tutmaya başladınız?
Neden günlük yazmaya başladınız sorusunun cevabını ben de bilmiyorum çünkü sanırım 9 yaşındaydım ve renkli kalemlerle bir şeyler karalamak hoşuma gidiyordu. Zamanla yazı yazmak benim için bir hatırlama eylemine dönüştü. Yani anılarla ilgili bir şey en başta. Sonrasındaysa tabii ki kendini konuşarak olduğundan daha fazla ve daha iyi ifade edebilmekle ilgili. Kendini anlatabilmek çabasıyla ilgili.
HAYATIMDA BU KADAR ANLAMSIZ Bİ YAZI DAHA YAZMAMIŞTIM.
Ne diyorum ben ya? Mim yapacaktım ben ondan geldim buraya. Sonra baktım saat 11 olmuş. Odada kimse yok. Annemlerle bugün toplam 8 defa falan konuştum, bir daha ararsam küfredebilirler. Zaten annem Kayıp izliyo, arasam da açmaz. Ben de sanıyorum bir şeyler karalayayım dedim; ama okudum ki resmen karalamışım. Neyse silmiyorum da, okur gülerim sonra.
MİM YAPCAM BEN. Aşağıdaki mimi tesadüfen buldum. Sahibi umarım kızmaz. İsteyen herkesi de mimliyor ve başlıyorum.
Hayalinizdeki meslek nedir?
Çok yetenekli olduğum bir şeyi yapmak isterdim. Yani böyle doğuştan gelen ve bana haz veren, şu günlerde bulmaktan epey uzak olduğum o tatminkarlığı yaşatabilecek olan, görenlerin de takdir edeceği o şeyi yapmak isterdim. Ki bence öyle bir şeyim yok. Gerçekçi bir cevap gerekiyorsa da, yeteneği bir kenara bırakıp tatminkarlığı baz alarak senarist ya da yönetmen olmak isterdim diyebilirim sanırım.
Kışın sürmeyi en sevdiğiniz parfüm?
Devamlı şunu kullanırım dediğim bir marka yok ama şu an Elizabeth Arden kullanıyorum.
Çay mı, kahve mi? Kaç şekerli/Sütlü, sütsüz?
Çay, şekersiz.
En önemli makyaj hileniz?
Makyajdan anladığım tek şey göz kalemi. Ona da genellikle üşeniyorum.
Tam şu anda kucağınıza bir cin düşseydi ve 3 dilek hakkınız olduğunu söyleseydi, ne olurdu?
Kendimi bir şey dilemeye mecbur hissedince aklıma hiçbir şey gelmiyor. Doğum günü pastamı üflerken hep 'her şey hep böyle iyi olsun' falan derim hatta. Düşününce de, yeterli sanki?
Kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği ve tatlı. Bu öğünlerden ömrünüz boyunca yalnızca bir tanesini seçmek zorunda kalsanız, hangisi olurdu?
Kahvaltı tabii ki.
Eğer Hello Kitty olsaydınız, kurdeleniz ne renk olurdu?
Mavi ya da kırmızı.
Eğer ömrünüz boyunca yalnızca bir tane takı takma seçeneğiniz olsaydı bu ne olurdu?
Küpe ve bileklik arasında gidip geliyorum. Küpe sanırım.
Eğer Hello Kitty olsaydınız, kurdeleniz ne renk olurdu?
Mavi ya da kırmızı.
Eğer ömrünüz boyunca yalnızca bir tane takı takma seçeneğiniz olsaydı bu ne olurdu?
Küpe ve bileklik arasında gidip geliyorum. Küpe sanırım.
Sahip olmak istediğiniz bir yetenek?
Böyle sorunca da insanın aklına bir şey gelmiyormuş ki. İlk soruda bilmiş bilmiş konuşmasam iyiymiş. Yine de, ben konuşurken karşımdaki insanların içinde beni dinlemeye yönelik bir dürtü oluşturabilmeyi çok isterdim. Söyleyecek önemli şeylerim olsun istiyorum. Bir de, yazmak konusunda daha yaratıcı olabilseydim keşke. Sesimin güzel olmasını ve insanlara dinletebilecek kadar keman çalabilmeyi de isterdim. Çok yeteneksiz olduğumu sanıyorum belirtmiştim?
Bitince almaya devam edeceğiniz bir kozmetik ürünü?
Kendime gülerek Johnson's Baby kolonyaları diyorum. SANIRIM ONLAR KOZMETİK ÜRÜNÜ DEĞİL ama BANANE. Bedtime dünyanın en güzel kokusuna sahip.
Eğer geleceği görme şansınız olsaydı, görmek ister miydiniz? Evetse tam olarak neyi görmek isterdiniz?
Geçmişe ışınlanmak isterdim ben. Gelecekten umutlu insanlara bir türlü anlam veremiyorum. (hep kendiyle çelişiyo)
Gizli ünlü aşkınız kim? (Fotoğraf koyun!)
Johnny Depp diycem çok klasik olacak ama öyle.
Johnny Depp diycem çok klasik olacak ama öyle.
Orlando Bloom diycem daha da klaik olacak ama o da öyle napiyim.
Patrick Dempsey diyebilirim belki bir de.
Neden Blog tutmaya başladınız?
Neden günlük yazmaya başladınız sorusunun cevabını ben de bilmiyorum çünkü sanırım 9 yaşındaydım ve renkli kalemlerle bir şeyler karalamak hoşuma gidiyordu. Zamanla yazı yazmak benim için bir hatırlama eylemine dönüştü. Yani anılarla ilgili bir şey en başta. Sonrasındaysa tabii ki kendini konuşarak olduğundan daha fazla ve daha iyi ifade edebilmekle ilgili. Kendini anlatabilmek çabasıyla ilgili.
Blogger'a girişim de oldukça tesadüf aslında. Yani burda yazmamla evde deftere yazmam arasında pek fark yok, çünkü burda yazdıklarımı okuyan insan da pek yok. Ama yine de, elimin altında devamlı ulaşabileceğim bir günlük olması hoşuma gidiyor. Kendi düzenimi kurdum burda. Okumasanız da yazıyorum işte, hoşuma gidiyor.
Katlanan herkese teşekkürler ve çok mutlu yıllar! :))
Kaydol:
Yorumlar (Atom)