Yazmayalı, kafamda kurup konuşmayalı, insanları süzüp karakter analizi yapmaya çalışmayalı, hatta düşünmeyeli uzun zaman oldu. Hep 'lafa gelince her şeyi en iyi siz biliyorsunuz da, iş sağlam şeyler üretmeye gelince neden tembelleşiyorsunuz?' diye ukalaca eleştiriler yağdırdığım o insanlara dönüştüm. Kötüsü, etrafımdakileri kibirlice yaftalarken de aslında o insanlardan biriydim. Daha kötüsü, o insanlardan tek farkımın kendimi yalnızca kendim olduğum için yücelttiğim gerçeğinden bihaber oluşumdu. En kötüsü, şu an bütün bunların bilincindeyim fakat hâlâ o insanlardan biriyim. Üstelik şimdi kendime kendim olduğum için de gereğinden fazla değer biçemiyorum çünkü insan bazen kendisinden bile sıkılıyormuş.
Kuzenimle bir süredir whatsapp'tan soru çözüyoruz. Yani, o bana çözemediği matematik sorularını yolluyor, ben de elimden geldiğince cevaplıyorum falan işte. İki gün önce, biraz karmaşık olduğunu düşündüğümüz bir soruyu, o anlamadığı halde ben ısrarla anlatmaya devam edince, kendisi tabiri caizse illallah etti ve 'Tanrı beni seninle mi sınıyo acaba?' diyerek -sanırım- nefretimsi bir hayranlıkla içini boşalttı. O an gülüp geçtim ama şimdi, bir süredir yaşadığım hayata ve bu hayatı ömrüm boyunca birlikte yaşamak zorunda olduğum şahsıma bakınca diyorum ki, Tanrı'nın beni dünyaya gönderiş amacı birilerinin canını sıkmak veya birilerini sınamaksa eğer, o kişi kesinlikle benim. Tanrı beni benimle sınıyor. Azıcık düşünüp gerçekten de bazen kendimden ne kadar sıkıldığımı idrak edince kafamın içinde bir ışık yandı ve yaradılış amacımın kendime acı çektirmek olduğunu esefle öğrenmiş bulundum. Şaka bir yana, düşününce kainatın en büyük paradoksu gibi geliyor. Sözgelimi, birinin muhabbetinden hoşlanmıyorsan onunla görüşmeyi kesersin, veya bir mekanı hiç beğenmediysen kendine gidilecek başka güzel mekanlar seçersin. Ama insana en büyük tahammülsüzlüğü tattıran şeyin kendisi olduğunu düşünsenize. Kaçacak, gidecek, konuşacak kimsesi yok. Attığı her adımı, yediği her lokmayı, ağzından çıkan her cümleyi bizzat yaşamak, dahası her birine ayrı ayrı tahammül etmek zorunda. Yaşadığı her saniye, uykusunda bile, kendisi olmak, kendi hayatını yaşamak zorunda. Ne büyük, ne çekilmez mecburiyet ve ne yaman çelişki... Sanırım insanlar bu yüzden deliriyor, bu yüzden intihar ediyorlar.
Eskiden böyle rahatsız edici şeyler düşünmezdim ben. Yani belki düşünürdüm yine ama kendimden bağımsız, belki çevremle alakalı olası korkutucu ihtimaller gözümde canlanırdı. Lakin kendimi sevmemek, benliğimden sıkılmak falan... Bunlar oldukça yeni duygular ve açıkçası beni biraz ürkütüyor. Olmak istediğim Nazlı'dan tahmin dahi edemeyeceğiniz kadar uzağım; ama problem bu değil. Yol almayı seviyorum ve yaptığım şeylerden tatmin oluyorsam mutluyum. Problem şu ki, yol falan almıyorum. Tatmin olmak diye tabir ettiğiniz eylemdense ideal Nazlı'ya olduğumdan daha uzağım. Yine de tüm bu can sıkıcı düşüncelerin neticesinde farkına vardığım güzel bir şey var ki, bir şeyleri değiştirme vaktimin uzun zaman önce geldiğini görebiliyorum. Zaman eskiden olduğundan çok daha hızlı geçiyor (bu noktada rölativiteden bahseden Einstein'a hayali bir beşlik çakıyorum, zaman gerçekten göreceli!), ben yaşayacağı sayılı günler kaldığına inanan ihtiyar bir kadın gibi yaşadıklarıma bakıyor, bazen geleceği unutuyor ve geçmişe saplanıp kalıyorum. Bazen geçmiş beni tatmin ediyor. Yaşadığım en güzel günler ordaymış, orda kalmış ve daha iyisi asla gelmeyecekmiş sanrılarına yenik düşüyorum. İçinde çocukluk hayalleri ve 12 yaşında Nazlılar barındıran geçmişe ait bir tablo böyle zamanlarda zihnimin bir köşesinde beliriveriyor ve tablom hayalkırıklığıyla bugünkü hayatımı izliyor. 12 yaşındaki Nazlı'yı memnun edemediğim için kendime çok kızıyorum. Sonraysa 12 yaşımı karşıma alıp 'hayat buralarda senin sandığın gibi toz pembe değil evlat. büyümeye, kendi başına bir şeyler yapmaya ve sorumluluklar almaya mecbur bırakılınca oturup hissetmeye, ince şeyleri anlayıp gülümsemeye, yaşamaya pek vaktin kalmıyor.' diye ablalık taslıyorum. Dünyadaki en kötü abla olurmuşum, iyi ki tek çocuğum.
Gerçek şu ki, söylediklerimin hiçbirine inanmıyorum. İstediğim her şeyi yapmaya bal gibi de vaktim, imkanım ve gücüm var. Lakin insan büyümeye başladıkça çok matah bir şeymiş gibi beyni de içinde yoğunluk ve yorgunluk barındıran bahaneler üretmeye başlıyor. Öyle güçlü bahaneler ki bunlar, insanın 12 yaşına hayal kurmanın çocuklukta kalması gereken bir eylem ve çocukluk hayallerinin de gerçekleşmesi imkansız şirin ütopyalar olduğunu aşılıyor. Bir distopya yazsam mesela, çocuklara hayal kurmayı büyükler tarafından yasaklatırdım. Etraf kendini beğenmiş kıskanç yetişkinlerden, büyük olasılıkla da savaşlardan ve bol zenginlerden, bol fakirlerden geçilmezdi. Küçüklüğümü gelecekten korkutarak kendimi aklama fikrinden hiç hoşlanmadım; fakat bunu yapmak zorundayım ki 12 yaşındaki Nazlı bugünkünden o kadar da nefret etmesin. Gerçekleşmeyeceğini bile bile hayal kurmaya devam etsin; diğerlerinin şansı varmış da ben gelecekte amansız bir korkak olacağımdan hayal ettiğim hiçbir şeyi gerçekleştiremeyecekmişim demesin. Meğer yıllar sonra aidiyetin sıcaklığı, bilinenin huzuru ve işsizliğin rahatı; bilinmezin, maceranın, geleceğin her türlü korkusuna baskın gelecekmiş DEMESİN. Bu söylediklerim de beni dünyadaki en şerefsiz insan yapmaya tabii yetmesin -ilk üçü kimseye kaptırmayacak insanlar var- ama lafın kısası korkağım işte. Korkak, düzenbaz ve yalancıyım. Yine de her şeyin farkındayım ve inanır mısınız, bu bile bir şey.
Ve burda bu yazıyı okuyacak maksimum 5 kişinin önünde de söz veriyorum ki hayatımı düzene sokacağım. İstediğim şekli aldığı gün de, buraya gelip 'küçükken hep şunu yapmak istemiştim, bugün onu yaptığım gündü' diye anlatacağım.
Lütfen çocukluğunuza sahip çıkın. Elinizde olan ve sizi yansıtan en masum şey o. Sizi en iyi tanıyan da.
Edit: Yazıya başlayış amacım 'Kış Uykusu ne güzeldi bee, hayatımın en iyi 3 saatlerinden biriydi, NBC insanı düşündürmeyi nasıl da güzel beceriyor ama!' falan demekti. Beni o kadar da ciddiye almayın.