..."göz altlarımız çökmüş, çok ders çalışmaktan mı?" sorusuna vereceğimiz cevabın "evet" olması, ikinci soru olan "ağladık mı?"ya hiç geçilmemesi gerekiyormuş. bütün enerjimizi sınava adamamız, etrafımızdakileri üzmememiz gerekiyormuş. çünkü etrafımdaki insanların kaygılandığı tek nokta benim üzülüyor olmammış, ellerimin titriyor oluşuna aldığım cevap "yok öyle bir şey, üzme beni" olmasaymış, yani benim ellerim titremiyor olsaymış, ben üzülmeseymişim her şey daha pembe olabilirmiş.
daha on sekizime basmamışım bunları yazdığımda. muhtemelen havanın kırk derece olduğu bir eylül akşamı. dershaneden dönmüşüm. nedense odamın balkonundaymışım gibi hissettim şu an ve masanın üstünü kaplayan lys edebiyat kitapları arasında günlük yazıyorum. hayat dersleri aldığım, insanlara kolaylıkla güvenmemeyi öğrendiğim zamanlar... büyük hatalar yapmıyor insan belli bir yaştan önce. öyle devasa sorumlulukları olmuyor belki ondan.
o gece beynimi parçalarcasına düşündüğümü hatırlıyorum yatağın içinde, hayatımda ilk defa etrafımdaki insanlara karşı bu kadar mahcup hissediyordum. ilk defa kararlarım benden başkalarını da ilgilendiriyordu belki ve o ana kadar çocukça bir saflıkla hareket ettiğimi fark edememeyi kendime yediremiyordum. istemeden zor durumda bıraktığım insanları düşünerek, hayatımda ilk defa, bütün geceyi hiç uyumadan ağlayarak geçirmiştim. on yedi yaşım için hiç de fena sayılmayacak bir travmaydı. aptallığımla insanları şaşırtmayı başardığımı görüp günlerce iğrenç hissettiğimi anımsıyorum. duygusu çok yakınlarda değil şimdi, bir his var ama üstü tozlanmış.
o korkunç birkaç günü, etrafımdaki herkesten özür dileyerek geçirdiğimse dün gibi aklımda. değer verdiğim insanları kırmaktan, isteyerek hatalar yaptığım algısını oluşturacak olmaktan çok korkuyorum. bugün de böyle yani. haksız olmadığımı düşündüğüm zamanlarda bile özür diliyorum sevdiklerimden. çünkü iki insan arasındaki bağ, verilecek ödünlerden çok daha kıymetli. güzel insanlara ve insan sevmeye, yirmi birinci yüzyıl türkiyesinde, hâlâ inanıyorum.
bununla birlikte nefretim de artıyor pek çok şeye karşı şimdilerde. bana inanan, beni seven, ellerimi tutup göz yaşlarımla üzülen insanların sayısı da her geçen gün azalıyormuş gibi geliyor. büyüdükçe daha aksi, sevgisiz bir insana mı dönüşüyorum bilmiyorum. hepimiz mi yitiriyoruz karşımızdakilere olan inançlarımızı, bilmiyorum. üzerime titreyen insanlar yok artık. özür dilediğimde sarılıp barıştığım arkadaşlarım yok da kuru, mecburi gülümsemeler var sanki. tek bir bakışımdan derdimi anlayıp yanına çağıran büyüklerim, ders aralarında "iyi misin?" diye soran öğretmenlerim de yok. ne ara bu kadar yalnızlaştım, nasıl farkına bile varmadan kaybettim tüm o naif insanları, hiç anlamıyorum.
böyle iç sıkıntıları sakin bir yaz akşamında gelince çözümü soğuk birkaç bira ve güzel bir sait faik hikayesinde bulabiliyorsun. arkada erik satie çalıyor veya handel'in sarabande'si, klimanın soğuğu rahatsız ettiğinden salonda değil, arka balkonun esintisinde, belki üzerinde ince bir hırkayla oturuyorsun ve umudunu yerine getirmek için birkaç saat yeterli bile olabiliyor. ama işte aylardan kasım ve hava sekiz derece olduğunda, ertesi gün vizen varsa ve istanbul'da da her yerde olduğun gibi yalnız hissediyorsan, sarılacak güzel bir hikayen de yoksa ve birkaç saat önce içtiğin bir şişe şarap değilse ve bebek'te sarhoş kilometrelerce yürümek yerine zambia ve malawi'de etnik farklılıklar ve iç savaş çalıştıysan, hayata tutunmak, bir şeylere inanmak ve insanlara sarılmak çok zor oluyor.
12 Kas 2016
twitter journals
5 nisan 2013, saat 19.22
demişim ki,
"insanlar bana bayılıyolar mı bilmiyorum ama bayılmıyolarsa da bi bildikleri var sanırım."
self-rt yapmaya, yahut up'lamaya utandığım için -kimsenin okumadığını biliyorum- buraya yazıyorum:
beni neden üzüyosunuz ya?
demişim ki,
"insanlar bana bayılıyolar mı bilmiyorum ama bayılmıyolarsa da bi bildikleri var sanırım."
self-rt yapmaya, yahut up'lamaya utandığım için -kimsenin okumadığını biliyorum- buraya yazıyorum:
beni neden üzüyosunuz ya?
8 Eyl 2016
boun hakkında atıp tuttum
Sabahın 10'unda tartışmamız gereken bir konu var. Yani, aslında tabii ki sizinle herhangi bir şey tartışıyor olmayacağız çünkü zaten siz bunu okumayacaksınız. Yalnızca, ben kafamda birtakım düşüncelerle kavga edip durmaktan pek yorulduğum için, en azından yazarak tartışayım da kendime daha somut bir sorgulama alanı oluşturayım istedim.
Konu başlığımız Boğaziçi ekolü. Özele indirgemek gerekirse, Boğaziçi'nde sosyal bilimler öğrencisi olmanın gerektirdiği düşünülen bazı nitelikler. Başlamadan önce, Türkiye'nin herhangi bir yerinde sosyal bilim öğrencisi olmanın oldukça zor olduğunu belirtmem gerek. Çünkü bahsi geçen akademik disiplinler açısından kocaman bir laboratuvar olarak görülmesi yadsınamaz olan bu coğrafyada, yıllar boyu şu veya bu şekilde bize öğretilen doğruları sorgulamak, ön yargılardan uzaklaşmaya çalışmak ya da sorduğumuz sorularla vardığımız çözümlemeleri korkusuzca tartışmaya açmak kolay işler değil. Pervasız, idealist ve her türlü yeni fikre açık olmak gerekiyor. İşin ülke boyutu da eklendiğinde her şeyin normalden daha karmaşık hale gelmesi kaçınılmaz.
Birkaç gündür neo-liberalizm kavramı ve Türkiye'deki yansıması hakkında düşünüyorum. Hayat boyu, sıradan bir konuda kesin bir fikre varmam iki elin parmaklarını geçmez. "Bu böyledir, böyle olmalıdır çünkü işte görüyorsunuz, şunlar bunlar ortadadır." diyemem kolaylıkla -ki mutlak bir doğrunuzun olmaması korkunç yorucu bir şey, devamlı düşünüp durur ve hiçbir yere varamayacak gibi hissedersiniz.- Aslında yine de hepinize bunu tavsiye ederim, çünkü düşünmek sonsuz bir süreç ve herhangi bir varış noktası aramaksızın fikirlerinizi çarpıştırmadan hiçbir konuda bilgi sahibi olamazsınız. Yeterince bilgiye sahip olduğunuzda bir fikriniz elbet olacaktır, fikirlerinizin bildiklerinizden önce gelmesine izin vermeyin.
Geçen yaz 7 Haziran seçimlerinden önce, bölümden bir arkadaşım, bir hocamızın bir gazeteciye yönelik eleştirilerini 'liberalizmi faşizmden daha tehlikeli sanıyorsunuz.' argümanıyla sunduğu köşe yazısını paylaşmıştı. Yeterince açık olmadığı için şu şekilde özetleyeyim: Hocam, karşısındaki gazeteciyi liberalizmi faşizmden daha tehlikeli bulmakla suçluyor (değindiği genel konular Kürt meselesi, HDP ve baraj ilişkisi, vs.) ve bununla ilgili uzun bir köşe yazısı yazıyor. Arkadaşım da bunu Facebook hesabından paylaşıyor. Gazetecinin siyasi düşüncesi, hocamın yazısının genel fikri filan hiçbiri önemli değil. Daha doğrusu önemli de, burada anlatmaya çalışacağım durum açısından bizi ilgilendiren bir kısmı yok. Arkadaşımın post'unun altında bir arkadaşı tarafından hocamı eleştiren uzun bir yorum var. Birkaç paragraf onun gibi düşünmediğini anlatmış ama dili oldukça düzgün. Neyse, mesele buradan sonra başlıyor.
Çocuğun yorumunun altına arkadaşım ve birkaç arkadaşı dalga geçerek cevap veriyorlar, son derece üstten bakan ve rahatsız edici bir üslupla. Tarafların argümanlarını, konuya bakışlarını, sağduyulu olup olmadıklarını tartışmayacağım. Buradaki asıl sorun, bir süredir akademik sol liberal bir eğitim aldığımızı düşündüğüm okulumda (bu da özgürlük kisvesi altında bambaşka bir devlet politikası olarak algılanabilir aslında da, oralara hiç girmeyeyim), herkesin kendisini ve fikirlerini mutlak surette karşısındakinden üstün görmesi. Bu ego, bu 'her şeyin en iyisini ben bilirim' algısı öğrencilere nasıl ve ne şekilde veriliyor, biz neden şişirile şişirile kendimizi üst düzey sosyal bilimciler zannetmeye başlıyoruz, bilmiyorum. Bu bir süre sonra korkunç bir algı sorununa dönüşüyor zira geleceğin akademisyenleri de, gazetecileri de, politikacıları da, sosyologları da bu sıralarda yetişiyor.
Belli bir düzeyin üstünde, son derece entelektüel bir zeminde eğitime tabi tutulduğumuz muhakkak. Yine de her şeyi bilmenin imkansız olduğu ve sorgulamanın kutsallaştırıldığı bir ortamda, nasıl oluyor da insanlar değişmez doğrulara erişmiş olduklarını düşünebiliyorlar, üstelik bu doğruları son derece rahatsız edici bir üslupla diğerlerine dayatabiliyorlar, sahiden aklım almıyor. Bildiğimiz her şey yanlış, her şey üzerinde düşünülmeye ve 'yanlışlanmaya' muhtaç. Üstelik 'aydın cehaleti' diye bir kavram var ve dogmatik doğrulara prim verdikçe insanın bu yanlışa düşme ihtimali artıyor. Bunu akıllardan çıkarmasak iyi olur.
Verilen eğitim ya da -okul içinde bunları söylesem kesin linç edilirim dediğim- bize bir şekilde empoze edilmeye çalışıldığını düşündüğüm fikirlerden tamamen bağımsız bir konu bu. Amerikan ekolü tanımını bir tarafa bırakmam gerektiğini düşünerek, BOUN temelli eğitimde bizleri Türkiye'ye yabancılaştıran bir durum olduğunu iddia edebilirim. Mesela, geçen yıl aldığım Karşılaştırmalı Siyaset dersinin programına bir göz atıyorum. Haftalık ortalama 50 sayfalık okumaları olan dersin, yine haftalık ortalama 3 makaleden oluştuğunu düşünecek olursak (yaklaşık toplama 40 makale diyelim), bu makalelerin yalnızca 5'i üzerinden Türkiye tartıştığımızı görüyorum. Bu %12,5 demek. Devlet tanımını Pakistan ve Bangladeş, askeri vesayeti tamamen Latin Amerika üzerinden incelemişiz.
Tabii ki bu tür derslerde belirli tartışmalar açabilmek için belli başlı teori tanımlarına ihtiyaç duyuyoruz. Marx'ın sınıfına, Weber'in devletine ya da Foucault'nun söylemine elbette bakmak zorundayız. Ama ben Sosyoloji derslerinde dahi, Türkiye üzerinden teoriyi pratiğe dönüştürerek konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Teorik düzeyde çokça takılı kalıp etrafımızı incelemekten aciz duruma düştüğümüz bir sistem bu. Ya da benim henüz ikinci yılını doldurduğum lisans hayatımda gördüklerim bunlar. Yanılıyor olma ihtimalim yüksek; yine de devamlı sorgulamanın gereği ve öneminden bahsedilen akademik bir ortamda aklıma takılan birtakım şeyleri göz ardı etmememin yerinde olacağını düşünerek aklımdakileri yazdım.
Boğazıma kadar sanata batma hayaliyle yaşadığım hayatım nasıl oldu da siyasetle doldu taştı bilmiyorum. Bu bataktan bir an önce kurtulmam dileğiyle. Keşke Sinema-Tv yazsaymışım.
Konu başlığımız Boğaziçi ekolü. Özele indirgemek gerekirse, Boğaziçi'nde sosyal bilimler öğrencisi olmanın gerektirdiği düşünülen bazı nitelikler. Başlamadan önce, Türkiye'nin herhangi bir yerinde sosyal bilim öğrencisi olmanın oldukça zor olduğunu belirtmem gerek. Çünkü bahsi geçen akademik disiplinler açısından kocaman bir laboratuvar olarak görülmesi yadsınamaz olan bu coğrafyada, yıllar boyu şu veya bu şekilde bize öğretilen doğruları sorgulamak, ön yargılardan uzaklaşmaya çalışmak ya da sorduğumuz sorularla vardığımız çözümlemeleri korkusuzca tartışmaya açmak kolay işler değil. Pervasız, idealist ve her türlü yeni fikre açık olmak gerekiyor. İşin ülke boyutu da eklendiğinde her şeyin normalden daha karmaşık hale gelmesi kaçınılmaz.
Birkaç gündür neo-liberalizm kavramı ve Türkiye'deki yansıması hakkında düşünüyorum. Hayat boyu, sıradan bir konuda kesin bir fikre varmam iki elin parmaklarını geçmez. "Bu böyledir, böyle olmalıdır çünkü işte görüyorsunuz, şunlar bunlar ortadadır." diyemem kolaylıkla -ki mutlak bir doğrunuzun olmaması korkunç yorucu bir şey, devamlı düşünüp durur ve hiçbir yere varamayacak gibi hissedersiniz.- Aslında yine de hepinize bunu tavsiye ederim, çünkü düşünmek sonsuz bir süreç ve herhangi bir varış noktası aramaksızın fikirlerinizi çarpıştırmadan hiçbir konuda bilgi sahibi olamazsınız. Yeterince bilgiye sahip olduğunuzda bir fikriniz elbet olacaktır, fikirlerinizin bildiklerinizden önce gelmesine izin vermeyin.
Geçen yaz 7 Haziran seçimlerinden önce, bölümden bir arkadaşım, bir hocamızın bir gazeteciye yönelik eleştirilerini 'liberalizmi faşizmden daha tehlikeli sanıyorsunuz.' argümanıyla sunduğu köşe yazısını paylaşmıştı. Yeterince açık olmadığı için şu şekilde özetleyeyim: Hocam, karşısındaki gazeteciyi liberalizmi faşizmden daha tehlikeli bulmakla suçluyor (değindiği genel konular Kürt meselesi, HDP ve baraj ilişkisi, vs.) ve bununla ilgili uzun bir köşe yazısı yazıyor. Arkadaşım da bunu Facebook hesabından paylaşıyor. Gazetecinin siyasi düşüncesi, hocamın yazısının genel fikri filan hiçbiri önemli değil. Daha doğrusu önemli de, burada anlatmaya çalışacağım durum açısından bizi ilgilendiren bir kısmı yok. Arkadaşımın post'unun altında bir arkadaşı tarafından hocamı eleştiren uzun bir yorum var. Birkaç paragraf onun gibi düşünmediğini anlatmış ama dili oldukça düzgün. Neyse, mesele buradan sonra başlıyor.
Çocuğun yorumunun altına arkadaşım ve birkaç arkadaşı dalga geçerek cevap veriyorlar, son derece üstten bakan ve rahatsız edici bir üslupla. Tarafların argümanlarını, konuya bakışlarını, sağduyulu olup olmadıklarını tartışmayacağım. Buradaki asıl sorun, bir süredir akademik sol liberal bir eğitim aldığımızı düşündüğüm okulumda (bu da özgürlük kisvesi altında bambaşka bir devlet politikası olarak algılanabilir aslında da, oralara hiç girmeyeyim), herkesin kendisini ve fikirlerini mutlak surette karşısındakinden üstün görmesi. Bu ego, bu 'her şeyin en iyisini ben bilirim' algısı öğrencilere nasıl ve ne şekilde veriliyor, biz neden şişirile şişirile kendimizi üst düzey sosyal bilimciler zannetmeye başlıyoruz, bilmiyorum. Bu bir süre sonra korkunç bir algı sorununa dönüşüyor zira geleceğin akademisyenleri de, gazetecileri de, politikacıları da, sosyologları da bu sıralarda yetişiyor.
Belli bir düzeyin üstünde, son derece entelektüel bir zeminde eğitime tabi tutulduğumuz muhakkak. Yine de her şeyi bilmenin imkansız olduğu ve sorgulamanın kutsallaştırıldığı bir ortamda, nasıl oluyor da insanlar değişmez doğrulara erişmiş olduklarını düşünebiliyorlar, üstelik bu doğruları son derece rahatsız edici bir üslupla diğerlerine dayatabiliyorlar, sahiden aklım almıyor. Bildiğimiz her şey yanlış, her şey üzerinde düşünülmeye ve 'yanlışlanmaya' muhtaç. Üstelik 'aydın cehaleti' diye bir kavram var ve dogmatik doğrulara prim verdikçe insanın bu yanlışa düşme ihtimali artıyor. Bunu akıllardan çıkarmasak iyi olur.
Verilen eğitim ya da -okul içinde bunları söylesem kesin linç edilirim dediğim- bize bir şekilde empoze edilmeye çalışıldığını düşündüğüm fikirlerden tamamen bağımsız bir konu bu. Amerikan ekolü tanımını bir tarafa bırakmam gerektiğini düşünerek, BOUN temelli eğitimde bizleri Türkiye'ye yabancılaştıran bir durum olduğunu iddia edebilirim. Mesela, geçen yıl aldığım Karşılaştırmalı Siyaset dersinin programına bir göz atıyorum. Haftalık ortalama 50 sayfalık okumaları olan dersin, yine haftalık ortalama 3 makaleden oluştuğunu düşünecek olursak (yaklaşık toplama 40 makale diyelim), bu makalelerin yalnızca 5'i üzerinden Türkiye tartıştığımızı görüyorum. Bu %12,5 demek. Devlet tanımını Pakistan ve Bangladeş, askeri vesayeti tamamen Latin Amerika üzerinden incelemişiz.
Tabii ki bu tür derslerde belirli tartışmalar açabilmek için belli başlı teori tanımlarına ihtiyaç duyuyoruz. Marx'ın sınıfına, Weber'in devletine ya da Foucault'nun söylemine elbette bakmak zorundayız. Ama ben Sosyoloji derslerinde dahi, Türkiye üzerinden teoriyi pratiğe dönüştürerek konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Teorik düzeyde çokça takılı kalıp etrafımızı incelemekten aciz duruma düştüğümüz bir sistem bu. Ya da benim henüz ikinci yılını doldurduğum lisans hayatımda gördüklerim bunlar. Yanılıyor olma ihtimalim yüksek; yine de devamlı sorgulamanın gereği ve öneminden bahsedilen akademik bir ortamda aklıma takılan birtakım şeyleri göz ardı etmememin yerinde olacağını düşünerek aklımdakileri yazdım.
Boğazıma kadar sanata batma hayaliyle yaşadığım hayatım nasıl oldu da siyasetle doldu taştı bilmiyorum. Bu bataktan bir an önce kurtulmam dileğiyle. Keşke Sinema-Tv yazsaymışım.
6 Ağu 2016
balık
son zamanlarda hayatımı cv doldurur gibi yaşadığıma dair birtakım hislerle mücadele ediyorum. bu biraz tuhaf çünkü evet, hislerle mücadele etmeye alışkınım; ama hayır, hayatımın hiçbir dönemini varsayımsal bir cv üzerinden yöneteceğimi düşünmüyorum. bir şeyleri devamlı tik'lemem gerekiyormuş gibi davranmak uzun zamandır benimle olan bir özellik aslında. buna rağmen birkaç ay önce bahsi geçen konuyla itham edildiğimde yaşadığım yepyeni bir farkındalıktı.
özet geçicem: bir arkadaşım uzun zamandır kendini dersler dışında bir şeylere verememekten şikayetçi. hayatımda başka alanlar olmadığı için her boş ânımda derslerden bahsediyor ve kafayı en çok onlara takıyorum, sanırım bu yüzden başarısızım, diyor. bu konu epeyce tartışılır; fakat hayatında başka alanlar olmayan benim aslında, bahsi geçen arkadaş değil. neyse. hâli hazırda dalış eğitimi alan arkadaşım, dalmaya devam edip etmemesi konusunda bir ikilem yaşıyor şu an. devam etmek istemesi durumunda çok uğraşılarak ayarlanmış bir stajı yakması gerekecek. yakmak istemiyor ama dalmayı bırakası da yok pek. bugün, beşiktaş'ta yemek yerken, çevremizdeki hemen hemen herkesin bir kariyer peşinde koştuğunu, bunu hakikaten severek yapmalarınınsa imkansız olduğunu filan konuştuk. her zamanki varoluş bunalımlarımız ve her zamanki derin sohbetlerimiz aslında. sonra, dedi ki, yaptığım her şeyi bir kenara yazmak için yapmaktan vazgeçeli çok oldu. ilerde birilerine anlatırım, bakın ben zamanında bunu bunu yaptım, şunları biliyorum, onları gördüm demek için yaşamıyorum. dalmaya devam etmek istiyorum, çünkü yeni insanlar tanıyorum, onların hayatıma katacaklarını düşünüyorum. dalmaya devam etmek istiyorum, çünkü düşünsene, gezilere gidiyorsun, yeni yerler görüyorsun, farklı balıklar tanıyorsun. bunu cv'ne yazamazsın.
özel şirketlerde kariyer peşinde koşmak gibi bir niyetim hiç olmamışken, neden devamlı aklımda yapmam ve bitirmem gereken şeyler olduğunu henüz çözemedim. birilerinde yaptım, gördüm, biliyorum algısı yaratmak niyetinde olabilir miyim? kendimi varsayımsal bir cv üzerinden değerlendiriyor, etrafımdakilerle karşılaştırıyor ve böyle tatmin olmaya çalışıyor olabilir miyim? insanlar tanımayı ve her birinden apayrı şeyler öğrenecek olmayı yeterince düşünmüyorum da, öğrendiğim yeni bir dilin ya da izlediğim bilinmeyen bir filmin diğerleri üzerindeki etkilerini mi önemsiyorum? her şeyi sahiden göstermek için mi yapıyorum?
farklı balıklar tanımıyorum, bunu cv'me yazamam.
özet geçicem: bir arkadaşım uzun zamandır kendini dersler dışında bir şeylere verememekten şikayetçi. hayatımda başka alanlar olmadığı için her boş ânımda derslerden bahsediyor ve kafayı en çok onlara takıyorum, sanırım bu yüzden başarısızım, diyor. bu konu epeyce tartışılır; fakat hayatında başka alanlar olmayan benim aslında, bahsi geçen arkadaş değil. neyse. hâli hazırda dalış eğitimi alan arkadaşım, dalmaya devam edip etmemesi konusunda bir ikilem yaşıyor şu an. devam etmek istemesi durumunda çok uğraşılarak ayarlanmış bir stajı yakması gerekecek. yakmak istemiyor ama dalmayı bırakası da yok pek. bugün, beşiktaş'ta yemek yerken, çevremizdeki hemen hemen herkesin bir kariyer peşinde koştuğunu, bunu hakikaten severek yapmalarınınsa imkansız olduğunu filan konuştuk. her zamanki varoluş bunalımlarımız ve her zamanki derin sohbetlerimiz aslında. sonra, dedi ki, yaptığım her şeyi bir kenara yazmak için yapmaktan vazgeçeli çok oldu. ilerde birilerine anlatırım, bakın ben zamanında bunu bunu yaptım, şunları biliyorum, onları gördüm demek için yaşamıyorum. dalmaya devam etmek istiyorum, çünkü yeni insanlar tanıyorum, onların hayatıma katacaklarını düşünüyorum. dalmaya devam etmek istiyorum, çünkü düşünsene, gezilere gidiyorsun, yeni yerler görüyorsun, farklı balıklar tanıyorsun. bunu cv'ne yazamazsın.
özel şirketlerde kariyer peşinde koşmak gibi bir niyetim hiç olmamışken, neden devamlı aklımda yapmam ve bitirmem gereken şeyler olduğunu henüz çözemedim. birilerinde yaptım, gördüm, biliyorum algısı yaratmak niyetinde olabilir miyim? kendimi varsayımsal bir cv üzerinden değerlendiriyor, etrafımdakilerle karşılaştırıyor ve böyle tatmin olmaya çalışıyor olabilir miyim? insanlar tanımayı ve her birinden apayrı şeyler öğrenecek olmayı yeterince düşünmüyorum da, öğrendiğim yeni bir dilin ya da izlediğim bilinmeyen bir filmin diğerleri üzerindeki etkilerini mi önemsiyorum? her şeyi sahiden göstermek için mi yapıyorum?
farklı balıklar tanımıyorum, bunu cv'me yazamam.
29 Haz 2016
sıradan
yapımlab'daki atölyeden kalma, bir yıldan uzun süredir sakladığım minik bir kağıt parçası kaybettim bugün.
güney çimlerde açık havada film izlemeden önce, game of thrones üzerinden feodalite tartıştığımız bir sosyoloji dersine girdim.
fa dersinde star wars'un ilk filmi hakkında konuştuk, öncesinde film studies sertifika programına başvurdum.
bir ara oda arkadaşım için ev baktık, ne karar verdiğini hâlâ bilmiyorum, gece 01.30.
sufle yedim, dondurmalı.
birinci sınıftaki oda arkadaşımla birkaç bira içtik, stajı hakkında konuşup bol dedikodu yaptık.
annem ve babamın bana yanlış uçak bileti aldığını öğrendim, planlarımı değiştirmek zorunda kaldım.
ağustos ortasında italya'ya gideceğim, şehirler hakkında çalışmayı henüz bitirmedim.
sinema dersimin midterm'ü için seçeceğim filme karar vermedim, aklımda üç ya da dört seçenek var.
duşa gece mi girsem, yoksa sabah mı, karar veremedim.
acaba gün içinde en çok kimi düşündüm?
kuzenim amsterdam'da, ne zaman döneceklerini bu akşam öğrendim.
facebook bana güvende olup olmadığımı sordu, 'iyi değilim' diyemedim.
güney çimlerde açık havada film izlemeden önce, game of thrones üzerinden feodalite tartıştığımız bir sosyoloji dersine girdim.
fa dersinde star wars'un ilk filmi hakkında konuştuk, öncesinde film studies sertifika programına başvurdum.
bir ara oda arkadaşım için ev baktık, ne karar verdiğini hâlâ bilmiyorum, gece 01.30.
sufle yedim, dondurmalı.
birinci sınıftaki oda arkadaşımla birkaç bira içtik, stajı hakkında konuşup bol dedikodu yaptık.
annem ve babamın bana yanlış uçak bileti aldığını öğrendim, planlarımı değiştirmek zorunda kaldım.
ağustos ortasında italya'ya gideceğim, şehirler hakkında çalışmayı henüz bitirmedim.
sinema dersimin midterm'ü için seçeceğim filme karar vermedim, aklımda üç ya da dört seçenek var.
duşa gece mi girsem, yoksa sabah mı, karar veremedim.
acaba gün içinde en çok kimi düşündüm?
kuzenim amsterdam'da, ne zaman döneceklerini bu akşam öğrendim.
facebook bana güvende olup olmadığımı sordu, 'iyi değilim' diyemedim.
9 Nis 2016
goodbye michelle, it's hard to die
Merhaba, saat gecenin 3'ü.
Caddebostan'da çok güzel bir oyun izledim ve mutlu edecek kadar şarap içtim.
Bu blogu açalı nereden baksanız 6 sene olmuş, ki bu yazıyı okuyacak kişi sayısının 6'nın yarısı dahi etmeyeceğinden eminim. Yine de uyumak yerine yayın girmeyi tercih ediyorum, üstelik sabah erken kalkacağım.
Yurtta kalmanın, daha doğrusu aileden uzakta ve üniversite kampüsünün içinde yaşamanın en güzel yanı, çok yakın olduğunuz bir sürü arkadaş sahibi olmak bence. Başta biraz mecburiyetten çok sayıda insan biriktiriyorsunuz, sonrasında hayatta başınıza gelebilecek en özel şeyin bu dostlar olduğunu fark ediyorsunuz. İçerek dertleşmek, zamanı unutmak kadar güzeli yok.
Adını unuttuğum bir şarkıyı aratmak için açtığım YouTube'da, kendimi Kiralık Aşk'ın internete özel 40. bölüm sahnesini izlerken buldum. Bu diziyi, izleyenlerini falan bir güzel analiz etmek gerekiyor sanki; ama midterm'lerim iki gün öncesi itibariyle bitti. Yani akademik hayatımı bir süreliğine askıya aldığımdan analiz falan, bunlar çok rahatsız edici laflar. Öyle güzel boşum ki ancak bu kadar güzel boş olabilirdim.
Şarkı buymuş bu arada.
Haftaya cuma günü eve gidiyorum ve bu da hayatımdaki güzel gelişmelerden. Aile ortamını delicesine özledim ve nisanda Adana'da olmak bambaşka, umarım dokuz gün dokuz dakika gibi geçmez.
Büyümek bazen o kadar da kötü olmayabiliyor sanırım. Büyüdükçe büyümek fikrine biraz daha alışıyorum, kendimi korkutuyorum.
Bir de bazen çok alakasız insanları çok fazla seviyor ve masumca sarılmak istiyorum. Keşke herkese yetecek kadar sevgimiz olduğunun farkına varsak, hep beraber.
Sarhoşum, sarhoşluk ve bahar çok güzel. Montlardan kurtulmak ve güneş gözlükleri ve çimen kokusu çok güzel. Mümkünse hep nisanda kalalım.
Mümkünse hep bugünde kalalım.
Caddebostan'da çok güzel bir oyun izledim ve mutlu edecek kadar şarap içtim.
Bu blogu açalı nereden baksanız 6 sene olmuş, ki bu yazıyı okuyacak kişi sayısının 6'nın yarısı dahi etmeyeceğinden eminim. Yine de uyumak yerine yayın girmeyi tercih ediyorum, üstelik sabah erken kalkacağım.
Yurtta kalmanın, daha doğrusu aileden uzakta ve üniversite kampüsünün içinde yaşamanın en güzel yanı, çok yakın olduğunuz bir sürü arkadaş sahibi olmak bence. Başta biraz mecburiyetten çok sayıda insan biriktiriyorsunuz, sonrasında hayatta başınıza gelebilecek en özel şeyin bu dostlar olduğunu fark ediyorsunuz. İçerek dertleşmek, zamanı unutmak kadar güzeli yok.
Adını unuttuğum bir şarkıyı aratmak için açtığım YouTube'da, kendimi Kiralık Aşk'ın internete özel 40. bölüm sahnesini izlerken buldum. Bu diziyi, izleyenlerini falan bir güzel analiz etmek gerekiyor sanki; ama midterm'lerim iki gün öncesi itibariyle bitti. Yani akademik hayatımı bir süreliğine askıya aldığımdan analiz falan, bunlar çok rahatsız edici laflar. Öyle güzel boşum ki ancak bu kadar güzel boş olabilirdim.
Şarkı buymuş bu arada.
Haftaya cuma günü eve gidiyorum ve bu da hayatımdaki güzel gelişmelerden. Aile ortamını delicesine özledim ve nisanda Adana'da olmak bambaşka, umarım dokuz gün dokuz dakika gibi geçmez.
Büyümek bazen o kadar da kötü olmayabiliyor sanırım. Büyüdükçe büyümek fikrine biraz daha alışıyorum, kendimi korkutuyorum.
Bir de bazen çok alakasız insanları çok fazla seviyor ve masumca sarılmak istiyorum. Keşke herkese yetecek kadar sevgimiz olduğunun farkına varsak, hep beraber.
Sarhoşum, sarhoşluk ve bahar çok güzel. Montlardan kurtulmak ve güneş gözlükleri ve çimen kokusu çok güzel. Mümkünse hep nisanda kalalım.
Mümkünse hep bugünde kalalım.
27 Oca 2016
mutsuzluk tiradı
"evinde oturan mutsuz insanları mutlu eden tek şey kendilerinden daha mutsuz olan insanların hikayeleri olduğundan, ayrıca, yazarlarımız genellikle mutsuz insanların hikayelerini anlattığından parayı bu yolla kırarak mutlu olurlar."
"bakanlar kurulu'nun çıkardığı kanun hükmünde kararname -dün gece resmi gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 'mutluluğa muhalefet kanunu'- bütün yurttaki mutsuzlar tarafından sevinçle karşılandı."
"mutlu insanlar ölmeye mahkumdur, çünkü hikayeleri biter. tarih yalnızca mutsuzları yazar."
"size mutlu olunca ne olacağını söyleyeyim. mutluluktan depresyona gireceksiniz, sonra yine mutsuz olacaksınız. sokaklar camlardan kendilerini aşağı atmış gencecik bedenlerle dolup taşacak, ambulanslar yetişmeyecek, morglar daha fazla ceset almayacak, evlatlarını kaybetmiş ana-babaların feryatları arş-ı âlâ'yı titretecek. peşinden koşup durduğunuz şu mutluluk denen hülyaya kapılıp sonunda kendinizi öldüreceksiniz. eyy, zavallı insanoğlu! mutluluk diye bir şey yok, kendimden biliyorum. öyle bir şey yok."
işbu entry'yi canım ethem özışık diye bitirmek durumundayım.
"bakanlar kurulu'nun çıkardığı kanun hükmünde kararname -dün gece resmi gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 'mutluluğa muhalefet kanunu'- bütün yurttaki mutsuzlar tarafından sevinçle karşılandı."
"mutlu insanlar ölmeye mahkumdur, çünkü hikayeleri biter. tarih yalnızca mutsuzları yazar."
"size mutlu olunca ne olacağını söyleyeyim. mutluluktan depresyona gireceksiniz, sonra yine mutsuz olacaksınız. sokaklar camlardan kendilerini aşağı atmış gencecik bedenlerle dolup taşacak, ambulanslar yetişmeyecek, morglar daha fazla ceset almayacak, evlatlarını kaybetmiş ana-babaların feryatları arş-ı âlâ'yı titretecek. peşinden koşup durduğunuz şu mutluluk denen hülyaya kapılıp sonunda kendinizi öldüreceksiniz. eyy, zavallı insanoğlu! mutluluk diye bir şey yok, kendimden biliyorum. öyle bir şey yok."
işbu entry'yi canım ethem özışık diye bitirmek durumundayım.
18 Oca 2016
anlatmak lazım / sonsuz dehlizlere
gece.
"aynı gökyüzü, aynı keder.
değişen bir şey yok ki,
gidip yağmurlara durayım."
ev çok güzel bişey. anlatamam huzur katsayımı yani öyle güzel. ama bu huzur dediğimiz şey sanırım yaratıcılığa ket vurup bizi
evime geleli altı gün oldu. bunun ilk iki günü senaryo ödevimi yetiştirmeye çalışmakla geçti. senaryo yazımının kendi başına ne kadar doyurucu bir iş olduğu hakkında saatlerce konuşabilirim. iyi bir diyalog yazmanın hazzına erişebilecek pek az şey var sanki. gelecek dönem de alacağım bir sinema dersi, kesin. belki bir gün bir kısa film senaryosu yazarım. hiç çekilmeyecek bir kısa film senaryosu. ya da hayatım beklemediğim bir şekilde ilerler ve yüksek lisansımı sinema üzerine falan yaparım. sonra da kendi filmimi kendim çekerim. o esnada büyükelçilikte çalışıyor da olabilirim (gönül ister ki şöyle azcık batıda bir yerde), büyük bir özel şirkette mutsuzluktan ölüyor da olabilirim. önümdeki beş yılım hakkında hiçbir fikrimin olmayışı baya güzel. yani dalga geçiyorum ama belki de her şeyi zamana bırakmak o kadar da kötü bir şey değildir. sonuçta aşağı yukarı ne yapmak istediğimi biliyorum yahu, kendime o kadar da haksızlık etmesem mi?
dün kuzenlerimle dışarı çıktık. iki buçuk aydır görmüyorum ikisini de, konuşacak baya şey biriktiğinden sekiz saat kadar takılmışız. önce yemek yedik bir yerde, sonra başka bir mekana geçip içmeye başladık. eski 45'likler çalan bir yer. dünden beri 'ah ne güzel ne güzel seni sevmek, ah ne güzel ne güzel!' diye bağırıyorum. sevmeyi unuttuk. hayatta iyi şeyler olmasını bekleyip durmak ne boş, ne amaçsız aslında. neden iyi şeyler olsun diye adımlar atmıyoruz ki? 'nefret ediyorum burdan, herkesten. insanların birbirlerini sevdiği bi yere gitmek istiyorum' diye söylenip durdukça annem 'acaba sen mi insanları sevmeye başlasan?' dedi geçen gün. haklılar abi, anneler hep haklı.
neyse. umudum yok genel anlamda bizi bekleyen güzel günlerden yana falan da, yine de güzellikler var etrafımızda. ne bileyim, iyi ki edebiyat var mesela. iyi ki filmler var. iyi ki güzel kalpli insanlar var. iyi ki doya doya sohbet edebildiğim ailem var. iyi ki mizah var. var yani güzel şeyler. güzel cümleler var. güzel anılar var en önemlisi (yine romantiğim).
antalabiliyor muyum? iyi niyetli hayaller hep gerçekleşsin ya, nolur. beklemediğimiz yerlerden yara alıp durmayalım. hayata tutunmayı kendi başıma öğrenmem gereken yaşa geldim çünkü, ciddi ciddi büyüdüm artık, çocuk değilim. ve 'olmuyor' diye sızlanıp durmaktan, başkalarından medet ummaktan vazgeçmeliyim. bu paragraf uzarsa kişisel gelişim zırvalarına kaptıracakmışım gibi kendimi, o yüzden kısa kesiyorum. ayrıca
kendime hatırlatma: her güzel sonun başında bol bol çalışmak var.
kendime söz: yazıcam yahu, vallahi. elimde somut işler olacak bu yılın sonunda.
öptüm tüm sevenleri, tüm sevilenleri.
iyi geceler olsun.
12 Oca 2016
iyi gece
gece.
evdeyim.
senaryo okuyorum.
huzurdan mı, hüzünden mi bilmiyorum;
her şey güzel olacak-
mış gibi
toz pembe hisler.
her şey çok yolunda giderse
kesin çok mutsuz
oluruz.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

