8 Eyl 2016

boun hakkında atıp tuttum

Sabahın 10'unda tartışmamız gereken bir konu var. Yani, aslında tabii ki sizinle herhangi bir şey tartışıyor olmayacağız çünkü zaten siz bunu okumayacaksınız. Yalnızca, ben kafamda birtakım düşüncelerle kavga edip durmaktan pek yorulduğum için, en azından yazarak tartışayım da kendime daha somut bir sorgulama alanı oluşturayım istedim.

Konu başlığımız Boğaziçi ekolü. Özele indirgemek gerekirse, Boğaziçi'nde sosyal bilimler öğrencisi olmanın gerektirdiği düşünülen bazı nitelikler. Başlamadan önce, Türkiye'nin herhangi bir yerinde sosyal bilim öğrencisi olmanın oldukça zor olduğunu belirtmem gerek. Çünkü bahsi geçen akademik disiplinler açısından kocaman bir laboratuvar olarak görülmesi yadsınamaz olan bu coğrafyada, yıllar boyu şu veya bu şekilde bize öğretilen doğruları sorgulamak, ön yargılardan uzaklaşmaya çalışmak ya da sorduğumuz sorularla vardığımız çözümlemeleri korkusuzca tartışmaya açmak kolay işler değil. Pervasız, idealist ve her türlü yeni fikre açık olmak gerekiyor. İşin ülke boyutu da eklendiğinde her şeyin normalden daha karmaşık hale gelmesi kaçınılmaz.

Birkaç gündür neo-liberalizm kavramı ve Türkiye'deki yansıması hakkında düşünüyorum. Hayat boyu, sıradan bir konuda kesin bir fikre varmam iki elin parmaklarını geçmez. "Bu böyledir, böyle olmalıdır çünkü işte görüyorsunuz, şunlar bunlar ortadadır." diyemem kolaylıkla -ki mutlak bir doğrunuzun olmaması korkunç yorucu bir şey, devamlı düşünüp durur ve hiçbir yere varamayacak gibi hissedersiniz.- Aslında yine de hepinize bunu tavsiye ederim, çünkü düşünmek sonsuz bir süreç ve herhangi bir varış noktası aramaksızın fikirlerinizi çarpıştırmadan hiçbir konuda bilgi sahibi olamazsınız. Yeterince bilgiye sahip olduğunuzda bir fikriniz elbet olacaktır, fikirlerinizin bildiklerinizden önce gelmesine izin vermeyin.

Geçen yaz 7 Haziran seçimlerinden önce, bölümden bir arkadaşım, bir hocamızın bir gazeteciye yönelik eleştirilerini 'liberalizmi faşizmden daha tehlikeli sanıyorsunuz.' argümanıyla sunduğu köşe yazısını paylaşmıştı. Yeterince açık olmadığı için şu şekilde özetleyeyim: Hocam, karşısındaki gazeteciyi liberalizmi faşizmden daha tehlikeli bulmakla suçluyor (değindiği genel konular Kürt meselesi, HDP ve baraj ilişkisi, vs.) ve bununla ilgili uzun bir köşe yazısı yazıyor. Arkadaşım da bunu Facebook hesabından paylaşıyor. Gazetecinin siyasi düşüncesi, hocamın yazısının genel fikri filan hiçbiri önemli değil. Daha doğrusu önemli de, burada anlatmaya çalışacağım durum açısından bizi ilgilendiren bir kısmı yok. Arkadaşımın post'unun altında bir arkadaşı tarafından hocamı eleştiren uzun bir yorum var. Birkaç paragraf onun gibi düşünmediğini anlatmış ama dili oldukça düzgün. Neyse, mesele buradan sonra başlıyor.

Çocuğun yorumunun altına arkadaşım ve birkaç arkadaşı dalga geçerek cevap veriyorlar, son derece üstten bakan ve rahatsız edici bir üslupla. Tarafların argümanlarını, konuya bakışlarını, sağduyulu olup olmadıklarını tartışmayacağım. Buradaki asıl sorun, bir süredir akademik sol liberal bir eğitim aldığımızı düşündüğüm okulumda (bu da özgürlük kisvesi altında bambaşka bir devlet politikası olarak algılanabilir aslında da, oralara hiç girmeyeyim), herkesin kendisini ve fikirlerini mutlak surette karşısındakinden üstün görmesi. Bu ego, bu 'her şeyin en iyisini ben bilirim' algısı öğrencilere nasıl ve ne şekilde veriliyor, biz neden şişirile şişirile kendimizi üst düzey sosyal bilimciler zannetmeye başlıyoruz, bilmiyorum. Bu bir süre sonra korkunç bir algı sorununa dönüşüyor zira geleceğin akademisyenleri de, gazetecileri de, politikacıları da, sosyologları da bu sıralarda yetişiyor.

Belli bir düzeyin üstünde, son derece entelektüel bir zeminde eğitime tabi tutulduğumuz muhakkak. Yine de her şeyi bilmenin imkansız olduğu ve sorgulamanın kutsallaştırıldığı bir ortamda, nasıl oluyor da insanlar değişmez doğrulara erişmiş olduklarını düşünebiliyorlar, üstelik bu doğruları son derece rahatsız edici bir üslupla diğerlerine dayatabiliyorlar, sahiden aklım almıyor. Bildiğimiz her şey yanlış, her şey üzerinde düşünülmeye ve 'yanlışlanmaya' muhtaç. Üstelik 'aydın cehaleti' diye bir kavram var ve dogmatik doğrulara prim verdikçe insanın bu yanlışa düşme ihtimali artıyor. Bunu akıllardan çıkarmasak iyi olur.

Verilen eğitim ya da -okul içinde bunları söylesem kesin linç edilirim dediğim- bize bir şekilde empoze edilmeye çalışıldığını düşündüğüm fikirlerden tamamen bağımsız bir konu bu. Amerikan ekolü tanımını bir tarafa bırakmam gerektiğini düşünerek, BOUN temelli eğitimde bizleri Türkiye'ye yabancılaştıran bir durum olduğunu iddia edebilirim. Mesela, geçen yıl aldığım Karşılaştırmalı Siyaset dersinin programına bir göz atıyorum. Haftalık ortalama 50 sayfalık okumaları olan dersin, yine haftalık ortalama 3 makaleden oluştuğunu düşünecek olursak (yaklaşık toplama 40 makale diyelim), bu makalelerin yalnızca 5'i üzerinden Türkiye tartıştığımızı görüyorum. Bu %12,5 demek. Devlet tanımını Pakistan ve Bangladeş, askeri vesayeti tamamen Latin Amerika üzerinden incelemişiz.

Tabii ki bu tür derslerde belirli tartışmalar açabilmek için belli başlı teori tanımlarına ihtiyaç duyuyoruz. Marx'ın sınıfına, Weber'in devletine ya da Foucault'nun söylemine elbette bakmak zorundayız. Ama ben Sosyoloji derslerinde dahi, Türkiye üzerinden teoriyi pratiğe dönüştürerek konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Teorik düzeyde çokça takılı kalıp etrafımızı incelemekten aciz duruma düştüğümüz bir sistem bu. Ya da benim henüz ikinci yılını doldurduğum lisans hayatımda gördüklerim bunlar. Yanılıyor olma ihtimalim yüksek; yine de devamlı sorgulamanın gereği ve öneminden bahsedilen akademik bir ortamda aklıma takılan birtakım şeyleri göz ardı etmememin yerinde olacağını düşünerek aklımdakileri yazdım.

Boğazıma kadar sanata batma hayaliyle yaşadığım hayatım nasıl oldu da siyasetle doldu taştı bilmiyorum. Bu bataktan bir an önce kurtulmam dileğiyle. Keşke Sinema-Tv yazsaymışım.