15 Kas 2016

üstü açık siyah bir araba cafeler sokağından gazını kökleyerek geçmiş.

..."göz altlarımız çökmüş, çok ders çalışmaktan mı?" sorusuna vereceğimiz cevabın "evet" olması, ikinci soru olan "ağladık mı?"ya hiç geçilmemesi gerekiyormuş. bütün enerjimizi sınava adamamız, etrafımızdakileri üzmememiz gerekiyormuş. çünkü etrafımdaki insanların kaygılandığı tek nokta benim üzülüyor olmammış, ellerimin titriyor oluşuna aldığım cevap "yok öyle bir şey, üzme beni" olmasaymış, yani benim ellerim titremiyor olsaymış, ben üzülmeseymişim her şey daha pembe olabilirmiş. 

daha on sekizime basmamışım bunları yazdığımda. muhtemelen havanın kırk derece olduğu bir eylül akşamı. dershaneden dönmüşüm. nedense odamın balkonundaymışım gibi hissettim şu an ve masanın üstünü kaplayan lys edebiyat kitapları arasında günlük yazıyorum. hayat dersleri aldığım, insanlara kolaylıkla güvenmemeyi öğrendiğim zamanlar... büyük hatalar yapmıyor insan belli bir yaştan önce. öyle devasa sorumlulukları olmuyor belki ondan.

o gece beynimi parçalarcasına düşündüğümü hatırlıyorum yatağın içinde, hayatımda ilk defa etrafımdaki insanlara karşı bu kadar mahcup hissediyordum. ilk defa kararlarım benden başkalarını da ilgilendiriyordu belki ve o ana kadar çocukça bir saflıkla hareket ettiğimi fark edememeyi kendime yediremiyordum. istemeden zor durumda bıraktığım insanları düşünerek, hayatımda ilk defa, bütün geceyi hiç uyumadan ağlayarak geçirmiştim. on yedi yaşım için hiç de fena sayılmayacak bir travmaydı. aptallığımla insanları şaşırtmayı başardığımı görüp günlerce iğrenç hissettiğimi anımsıyorum. duygusu çok yakınlarda değil şimdi, bir his var ama üstü tozlanmış. 

o korkunç birkaç günü, etrafımdaki herkesten özür dileyerek geçirdiğimse dün gibi aklımda. değer verdiğim insanları kırmaktan, isteyerek hatalar yaptığım algısını oluşturacak olmaktan çok korkuyorum. bugün de böyle yani. haksız olmadığımı düşündüğüm zamanlarda bile özür diliyorum sevdiklerimden. çünkü iki insan arasındaki bağ, verilecek ödünlerden çok daha kıymetli. güzel insanlara ve insan sevmeye, yirmi birinci yüzyıl türkiyesinde, hâlâ inanıyorum.

bununla birlikte nefretim de artıyor pek çok şeye karşı şimdilerde. bana inanan, beni seven, ellerimi tutup göz yaşlarımla üzülen insanların sayısı da her geçen gün azalıyormuş gibi geliyor. büyüdükçe daha aksi, sevgisiz bir insana mı dönüşüyorum bilmiyorum. hepimiz mi yitiriyoruz karşımızdakilere olan inançlarımızı, bilmiyorum. üzerime titreyen insanlar yok artık. özür dilediğimde sarılıp barıştığım arkadaşlarım yok da kuru, mecburi gülümsemeler var sanki. tek bir bakışımdan derdimi anlayıp yanına çağıran büyüklerim, ders aralarında "iyi misin?" diye soran öğretmenlerim de yok. ne ara bu kadar yalnızlaştım, nasıl farkına bile varmadan kaybettim tüm o naif insanları, hiç anlamıyorum.

böyle iç sıkıntıları sakin bir yaz akşamında gelince çözümü soğuk birkaç bira ve güzel bir sait faik hikayesinde bulabiliyorsun. arkada erik satie çalıyor veya handel'in sarabande'si, klimanın soğuğu rahatsız ettiğinden salonda değil, arka balkonun esintisinde, belki üzerinde ince bir hırkayla oturuyorsun ve umudunu yerine getirmek için birkaç saat yeterli bile olabiliyor. ama işte aylardan kasım ve hava sekiz derece olduğunda, ertesi gün vizen varsa ve istanbul'da da her yerde olduğun gibi yalnız hissediyorsan, sarılacak güzel bir hikayen de yoksa ve birkaç saat önce içtiğin bir şişe şarap değilse ve bebek'te sarhoş kilometrelerce yürümek yerine zambia ve malawi'de etnik farklılıklar ve iç savaş çalıştıysan, hayata tutunmak, bir şeylere inanmak ve insanlara sarılmak çok zor oluyor.

12 Kas 2016

twitter journals

5 nisan 2013, saat 19.22
demişim ki,
"insanlar bana bayılıyolar mı bilmiyorum ama bayılmıyolarsa da bi bildikleri var sanırım."
self-rt yapmaya, yahut up'lamaya utandığım için -kimsenin okumadığını biliyorum- buraya yazıyorum:
beni neden üzüyosunuz ya?