Uyumam gereken zamanlarda zihnimin varoluşsal bunalımlarla dolu olmasından nefret ediyorum çünkü cevap bulamadığın sorular sabah mesai varken daha çok can sıkıyor. Planlanmadığı halde güzel geçen günleriyse çok seviyorum. Hiç aklında yokken uzun zamandır görmediğin ve çok sevdiğin biriyle karşılaşırsın yolda, ya da sıkıcı bir yaz akşamında televizyonda eğlenceli bir yarışma programına denk gelirsin, birlikte izleyebileceğin birileri de varsa her şey güzelleşir falan filan. Spontane gelişip güzel ilerleyen günler de böyle mutluluklar getiriyor genelde.
Yaklaşık yedi ay sonra ani bir kararla Yeniköy'de buldum kendimi bu sabah. Aslında oldukça geç verilmiş bir sabah kahvaltısı kararı mevcuttu, o nedenle öğle bile diyebiliriz sabah yerine. İstanbul karmaşası Temmuz sıcağında ancak sohbetinden zevk aldığın insanlarla turkuaz denizi izleyebiliyorsan çekiliyor; başka türlü bu mevsime katlanılmaz metropolde. Neyse ki modern hayat henüz sokakları tam anlamıyla plazalaştıramadı da İstanbul'da Datça'daymışız gibi şort-terlik gezebiliyoruz. Ne saçma tanım bu da yahu, şehir hayatını yereceğim derken kalabalık Ege kasabası şovenliği yapıyormuşum gibi oldu. Neyse.
Güzel günlerin ardından gelen kafa karışıklığını sevmiyorum. Çünkü güzel günler güzel günler olarak kalmalı. Dışarıda geçirilen güzel vakitler, evde izlenen filmden vurucu bir replikle pekiştirilmeli ya da korunaklı yatakta uyumadan önce dergi karıştırarak devam ettirilmeli vesaire. 'Bu nesil devamlı akranlarını izliyor, bana gözetlenmeden yaşama şansı bırakmıyor' dedirtmemeli insana güzel günlerin geceleri. Çünkü bu nesil insanları yargılamadan yaşamayı öğrenmeli. Toplumun her türlü normuna karşı çıkıp, yeri geldiğinde anarşi güzelleyip en sonunda kendi normlarını yaratmamalı. Doğrulardan ve yanlışlardan, sıfırlardan ve birlerden, olması gerekenlerden ve olmayınca küçümsenenlerden çok sıkıldım ben. Diğerlerinin yaşadıklarını yaşamadığım için kendimi sorgulamam gerektiğini düşünmekten, sonra kendimi sorgulamaktan, en sonunda kendimi sorguladığım için kendime kızmaktan çok sıkıldım. Kendim olmaya çalışırken yorulmaktan da sıkıldım. 'Ne düşünecekler?' sorusuna takılıp kalmaktan da öyle.
Önce kendim olmanın zor olduğunu düşündürdüler bana, sonra kendim olmanın yanlış olduğunu. Bunları düşünüp hayatımı eleştirince normalleştim. Ürettikleri normlara uyum sağlamaya başlayınca onaylandım. Kendim olmamayı yadırgadım ama üstümde tuhaf bakışların olmaması iyi hissettirdi. Şimdi ara sıra oynuyorum bu oyunu, fikirlerimi tamamen değiştirecek gücüm yok zira. Değişmeye çalışmanın doğruluğu konusunda da kesin kararımı vermiş değilim. İnsanların ortak doğrular (biz bunlara dogma diyoruz) edinmelerine seviniyorum, birbirlerini hiç yanlış anlamıyorlar. Herkese ait olan hayatlarını herkes gibi yaşayıp herkes gibi hissediyorlar. Olması gerekeni yapmayı ben de istiyor, kendimden ödünler veriyor, sorgulamayı bırakıp ayak uyduruyorum. Başka bir neslin içine doğmuş olmayı istediğimi düşündüğüm de oluyor sanırım. Bir rivayete göre, o nesillerde güzel başlayan günler hep güzel gecelere evriliyor. Buralarda iyi hissettiğin yirmi dört saat geçirmek biraz zor, ancak yaşıtlarının normlarına uyarsan sıradan ve güçlü olabiliyorsun. Oysa bazıları hâlâ sarı tuğlalı yoldan ayrılmaktan korkuyor. Kimse bilmiyor. Öğrenirlerse tuhaf bulurlar. En doğru hayat, en güzeli sarı tuğlalı yolun uzağındaymış gibi. Bence değil. Dile getirmemeyi tercih ediyorum. Bazı nedenlerden ötürü.
31 Tem 2017
10 Haz 2017
why u start to fear and think about being alone after u turn 21?
bazen, bir gece aniden, bir dizi karakteri, hiç de aklında yokken üstelik, sana 'yalnız kalmaktan korktuğun gecelerde, annenin yatağına gidip yanına yatma ihtimalinden mahrum kalırsan ne yapacaksın?' diye sordurabiliyormuş.
vallahi yıldım bu hayattan.
20 May 2017
bir kuru yaprak gibisindir artık / nereye eserse oraya gidersin
şey çok komik değil mi ya? gece yarısından iki buçuk saat sonra duygu'nun bitirmeden gittiği birayı içerken ilhan şeşen dinliyor olmam? (tuborg'dan nefret ediyorum ama içki dökmek çok günahmış.)
19 mayıs'ımı etiler'de ders çalışarak geçirdim, çok uzun zaman sonra yurtta yemek yaptım, fenerbahçe'nin galibiyetine olympiacos'la final izleyeceğimiz için daha çok sevindim. (ekpe, gecemizi güzelleştirdin. ^^) final four'u canlı izleyebilmeyi hakikaten isterdim, bu sezon izlediğim iki efes maçı bir real madrid maçı etmemiş demek ki, bu akşam fark ettim. bir de hepsinin dışında, şu maçı evde bizimkilerle izlemeyi de çok isterdim. zaman geçtikçe hafızamdan siliniyor bazı şeyler, özlediğimi çok iyi hatırladığım günlerin üstlerinin tozlanmasına izin veriyorum. mesela daha dün, eski okulumun tiyatro salonunda çekilmiş bir video gördüm. vaktim olsaydı da oturup hakkını vere vere ağlasaydım mesela. yani ağlamak da değil de, hak ettiği zamanı ayıramıyorum hiçbir şeye. açıp eski fotoğraflara bakmak, ayarlayıp eski arkadaşlarımla buluşup geçmişten konuşmak, 2011'de yazdığım günlüklere bakmak istiyorum. başka zaman olsaydı da uzun uzun hüzünlenseydim diyorum kısacası. duygular ne güzel çünkü, en çok kıymet bilmeyi ve özlemeyi seviyorum, yıllardır böyle bu.
geride kalan günlerimin artmasından yine de pek hoşlanmıyorum. çünkü özlemek çok güzel evet; ama hayatının elinden kayıp gidiyor oluşuna şahit olmak o kadar da güzel değil. geçmişle yaşamak ağır ruh hastalığı, bunu da biliyorum tabii ama hâlâ üç gün öncesi bile olsa, 'geçmiş', bana üç gün sonraki 'gelecek'ten daha sıcak geliyor. neyse ki iyi şeyler de oluyor da hayatımda, heyecanlanıp üç ay sonrayı filan bekleyebiliyorum.
neyse. mesele bu değil zaten. hayatımda ilk defa bir kısa film senaryosu yazıyorum, üç gün içinde bitmiş olacak. dört-beş yıl önceki nazlı'ya söylesem oldukça heyecanlanırdı sanırım. şimdiki ise o kadar da üstünde durmuyor bu gelişmenin. hayallerden vazgeçmek, hayatın akışına kapılıp kim olmak istediğini unutmak o kadar kolay ki, büyümeyi, bu sancıları çekmeyi en çok bundan dolayı sevmiyorum. 17 yaşındaki masumluğum yok üzerimde, o zamanki umutlarım, o zamanki inançlarım yok. inanç deyince şimdi geldi aklıma, iki sene önce yazdığım kısa bir öyküdeki karakterin adıydı inanç. o günden beri görmediğim bir kadın, ismi sevdiğini söylüyordu o gün. sonra birkaç kez daha konuşuyoruz onunla, inandığımız şeyler şöyle ya da böyle kesişiyor belki, ama geleceğe dair beklentilerimiz nispeten değişmiş iki yıl içinde. söylemesek de biliyoruz, konuştuklarımız öyle ya da böyle anlatıyor birbirimiz hakkında bir şeyler. ben büyüyorum, bazen küçük bazen büyük sancılar çekiyorum, rakı kadehleri tokuşturup 'büyüme sancılarına' diyorum (aslında bunu ilk söyleyen ben değilim, söyleyen arkadaşıma sarılmak istiyorum ama sarhoşken yaptıklarımdan hep pişman oluyorum). bazı günler sevdiklerimin sayısı üçe inerken bazı günler aklımı kaybedercesine aşık olmak istiyor, tabii her seferinde kendimi geri çekiyorum. gündüzümde ve gecemde, çalınmasa da söylenmese de yanımda olacak, şarkılarım olacak hayali arayışlar içinde, üç saat içinde geçecek bunalımlara kucak açıyor, en sonunda güzel bir cümleye ya da bir şarkı sözüne denk geliyor, başka dertler ediniyorum.
en önemlisi, bu ülkede her şeye rağmen delirmiyor oluşumuzun ayrıcalığını yaşıyorum. üstelik farkındayım. zira biliyorum ki, hiç de uzakta değil en çaresiz geceler. kendi minik dertlerimle, yeniden başlamanın keyfini bile duyabiliyorum içimde. çünkü güneşin doğmasına birkaç saat var, kalkıp koşacağım belki, sonra ders çalışacağım saatlerce ama öğrenmekten haz aldığım o kadar çok şey var ki, attığım her çığlık bir an için şımarıklığa bürünüyor. o yüzden çok da durmuyorum üstünde hiçbir şeyin, akışına bırakabilmek büyük erdem, en yakınlarıma verip uygulamakta hep sınıfta kaldığım en güzel tavsiye.
bırakayım da alkol atılsın vücudumdan.
"bu kadar zor olmasa gerek..."
ps: ilhan şeşen, seni çok seviyorum.
19 mayıs'ımı etiler'de ders çalışarak geçirdim, çok uzun zaman sonra yurtta yemek yaptım, fenerbahçe'nin galibiyetine olympiacos'la final izleyeceğimiz için daha çok sevindim. (ekpe, gecemizi güzelleştirdin. ^^) final four'u canlı izleyebilmeyi hakikaten isterdim, bu sezon izlediğim iki efes maçı bir real madrid maçı etmemiş demek ki, bu akşam fark ettim. bir de hepsinin dışında, şu maçı evde bizimkilerle izlemeyi de çok isterdim. zaman geçtikçe hafızamdan siliniyor bazı şeyler, özlediğimi çok iyi hatırladığım günlerin üstlerinin tozlanmasına izin veriyorum. mesela daha dün, eski okulumun tiyatro salonunda çekilmiş bir video gördüm. vaktim olsaydı da oturup hakkını vere vere ağlasaydım mesela. yani ağlamak da değil de, hak ettiği zamanı ayıramıyorum hiçbir şeye. açıp eski fotoğraflara bakmak, ayarlayıp eski arkadaşlarımla buluşup geçmişten konuşmak, 2011'de yazdığım günlüklere bakmak istiyorum. başka zaman olsaydı da uzun uzun hüzünlenseydim diyorum kısacası. duygular ne güzel çünkü, en çok kıymet bilmeyi ve özlemeyi seviyorum, yıllardır böyle bu.
geride kalan günlerimin artmasından yine de pek hoşlanmıyorum. çünkü özlemek çok güzel evet; ama hayatının elinden kayıp gidiyor oluşuna şahit olmak o kadar da güzel değil. geçmişle yaşamak ağır ruh hastalığı, bunu da biliyorum tabii ama hâlâ üç gün öncesi bile olsa, 'geçmiş', bana üç gün sonraki 'gelecek'ten daha sıcak geliyor. neyse ki iyi şeyler de oluyor da hayatımda, heyecanlanıp üç ay sonrayı filan bekleyebiliyorum.
neyse. mesele bu değil zaten. hayatımda ilk defa bir kısa film senaryosu yazıyorum, üç gün içinde bitmiş olacak. dört-beş yıl önceki nazlı'ya söylesem oldukça heyecanlanırdı sanırım. şimdiki ise o kadar da üstünde durmuyor bu gelişmenin. hayallerden vazgeçmek, hayatın akışına kapılıp kim olmak istediğini unutmak o kadar kolay ki, büyümeyi, bu sancıları çekmeyi en çok bundan dolayı sevmiyorum. 17 yaşındaki masumluğum yok üzerimde, o zamanki umutlarım, o zamanki inançlarım yok. inanç deyince şimdi geldi aklıma, iki sene önce yazdığım kısa bir öyküdeki karakterin adıydı inanç. o günden beri görmediğim bir kadın, ismi sevdiğini söylüyordu o gün. sonra birkaç kez daha konuşuyoruz onunla, inandığımız şeyler şöyle ya da böyle kesişiyor belki, ama geleceğe dair beklentilerimiz nispeten değişmiş iki yıl içinde. söylemesek de biliyoruz, konuştuklarımız öyle ya da böyle anlatıyor birbirimiz hakkında bir şeyler. ben büyüyorum, bazen küçük bazen büyük sancılar çekiyorum, rakı kadehleri tokuşturup 'büyüme sancılarına' diyorum (aslında bunu ilk söyleyen ben değilim, söyleyen arkadaşıma sarılmak istiyorum ama sarhoşken yaptıklarımdan hep pişman oluyorum). bazı günler sevdiklerimin sayısı üçe inerken bazı günler aklımı kaybedercesine aşık olmak istiyor, tabii her seferinde kendimi geri çekiyorum. gündüzümde ve gecemde, çalınmasa da söylenmese de yanımda olacak, şarkılarım olacak hayali arayışlar içinde, üç saat içinde geçecek bunalımlara kucak açıyor, en sonunda güzel bir cümleye ya da bir şarkı sözüne denk geliyor, başka dertler ediniyorum.
en önemlisi, bu ülkede her şeye rağmen delirmiyor oluşumuzun ayrıcalığını yaşıyorum. üstelik farkındayım. zira biliyorum ki, hiç de uzakta değil en çaresiz geceler. kendi minik dertlerimle, yeniden başlamanın keyfini bile duyabiliyorum içimde. çünkü güneşin doğmasına birkaç saat var, kalkıp koşacağım belki, sonra ders çalışacağım saatlerce ama öğrenmekten haz aldığım o kadar çok şey var ki, attığım her çığlık bir an için şımarıklığa bürünüyor. o yüzden çok da durmuyorum üstünde hiçbir şeyin, akışına bırakabilmek büyük erdem, en yakınlarıma verip uygulamakta hep sınıfta kaldığım en güzel tavsiye.
bırakayım da alkol atılsın vücudumdan.
"bu kadar zor olmasa gerek..."
ps: ilhan şeşen, seni çok seviyorum.
4 May 2017
ikiyirmialtı
artık tweet atmak yerine tek cümlelik blog yayınları giriyorum. çünkü tweet'lerim -üç kişi tarafından da olsa- okunuyor ama burada yalnız ve özgürüm.
"saat 02.26'da derinden gelen başarısızlık hissiyle mücadele ettiğim yaşın 45 olmamasıyla ilgili uzun paragraflar yazayım bi' ara, hatırlatın."
"saat 02.26'da derinden gelen başarısızlık hissiyle mücadele ettiğim yaşın 45 olmamasıyla ilgili uzun paragraflar yazayım bi' ara, hatırlatın."
1 Nis 2017
22'yi geçeli 87 gün olmuş.
3 ocak 2017, salı
"sevgili günlük;
ne yazık ki geceler hep iyi olmuyor. umudunu hiç olmadığı kadar yok ediyor bazı geceler. bazı geceler bitip gitmiyor, asla geçmiyor. takvimler değişse de baş ağrın dinmiyor. rakın dolu, rakın bitiyor, yollar uzun, günler kısa, yollar kısalıp günler uzuyor, başın hep ağrıyor, felaket senaryoların zihnini serbest bırakmıyor. insan olduğun için inanmak ve umut etmek istiyorsun. kendine optimist yalanlar söylüyorsun, biraz inanıyor sonra gerçeklere çarpıyorsun. bu esnada aklında hep kötünün iyisi çocukluk, ilk gençlik yılların, adana'nın ılık havası, salonun huzuru, aile filan... tutunduğun şeyler vasıfsız nostaljilerden, geçmiş güzellemelerinden ibaret ve hayat sana o kadar kötü günler sunuyor ki, hayal edebileceğin en güzel günler hep arkanda. yarattığın ütopyalar hep bu defterin ilk sayfalarında. neye, kime, nasıl inanacağımı, mutlu olmak için ne yapacağımı, sevdiklerimi nasıl koruyabileceğimi hiç bilmiyorum. görmeye katlanabildiğim insan sayısı gün geçtikçe azalıyor, çünkü şu boktan hayatımızda etrafımızdakilerle konuştuğumuz tek şey boktan siyaset. hiçbir fikri tolere edemiyor, hemfikir olduğum insanlara sıkı sıkı sarılıyorum. tek bir aykırı düşünceye tahammülüm yok, herkesten nedensizce nefret ediyorum. onaylanmak, alkışlanmak; HAKSIZSINIZ diye bağırdığımdaysa insanlar haksız olduklarını artık anlasınlar istiyorum. gerçekten herkesten nefret ediyorum. böyle yaşayamıyorum.
hayatımın en stresli yaş günlerinden biriydi sanırım. sabah tan'ın sınavına girdim, ne alacağım zerre umrumda değil ve mesela bana hiçbir kötülüğü dokunmayan singapurlu hocamdan liberalizm ve demokrasiden bahsettiği için nefret ediyorum. hiçbir mantıksal tutarlılığı yok hislerimin çoğu zaman. okula adım atmak, bölümden insan görmek istediğim en son şey zira şu atmosferde hâlâ duyarcılık yapmaları, KONUMUZ BU MU AQ tepkisi vermek istediğim popülist argümanlar sunmaları, solculuk adı altında kemalizm filan gömmeleri hepsini öldürmek istememe neden oluyor. bu yüzden kimseyle birlik falan olamam ben, kimseyi sevemem, kimseyi anlayamam. babam, insanların bir aydır, internet üzerinden canlı yayınla, yumurtalarının başında bekleyen kartal çiftini izlediğini söyledi. iki ayrı uçtaki hayatların birbirinden bu kadar bihaber olması canımı o kadar yakıyor ki sanırım baş ağrımın en büyük nedenlerinden biri asla ağlayamamam. o kartalları izleyen sıradan bir avrupalı olmak için neler vermezdim ama işte bu sikik coğrafyada, bireysel mutlulukların kolektif travmalarla yok edilmişken gideyim de her şeyi bir kenara bırakıp kartalları izleyeyim diyemiyorsun. ne kadar kaçarsan kaç, ister finlandiya'ya ister madagaskar'a git, istersen hiçbir şeyden haberi olmayan istanbullu apolitik bir çocuk ol, o kültürden kaçışın yok. bu saatten sonra, bu travmalar yok olmadıkça, korkular güvene evrilmedikçe sana mutluluk da huzur da haram. kaçışın da yok artık kabullenişten başka.
dolaylı yoldan ya da doğrudan karşıma çıkan her insanın potansiyel suçlu olmasından, hepsinin nefretimi kazanmaya yeter birtakım özellikler barındırmasından ve insanları tanımaya çalışmak zorunda olmaktan bıktım. bir insan hakkında öğrenmek istediğim ilk şeyin siyasi duruşu olması o kadar korkunç ki hayatımı yaşamama engel oluyor. insanları sevdiği filmlerden, dinlediği müziklerden, okuduğu kitaplardan, yediği yemeklerden tanımam gerekirken yeni birisiyle karşılaştığımda aklıma gelen ilk şey aklından belli bir konuyla ilgili ne geçtiği oluyor. bu yüzden işte, bu arkaplanda kalan akılla, bu ülke, bu savaş dışında bir yerde barınabilmem mümkün değil. bu atmosferde güzel şeylerden bahsetmek; kartalları, kedileri, civcivleri konuşmak; uçurtmalardan, çiçeklerden, bahçeli evlerden söz açmak mümkün değil. bunu yapan insanlara konformist gözüyle bakmaktan, onları uzakta ve şanslı olarak etiketlemekten, içten içe de hepsinden nefret etmekten vazgeçebileceğimi düşünmüyorum. insani tüm duygularımı yavaş yavaş kaybediyor ve bunun her ânına şahit oluyorum. bundan daha büyük bir işkence yok duygularına güvenen bir insan için. insandan, kötülüklerle bezeli bir robota dönüşmek ve bunun her bir dakikasında kendinle olmak kadar büyük bir işkence yok. eski, sıradan hayatımı geri istiyorum. dertlerim normalleşsin, hayatta kalayım, huzur bulayım istiyorum. 22 yaşında, en güzel günlerimin milenyumun başında kaldığını düşünmeyeyim, ne kadar daha yaşayabileceğimi kafama takmayayım istiyorum.
bunların hepsi tipik bir ortadoğulu haykırışları ve bir kez deneyimledikten sonra, sanırım, bir daha asla onlarsız yaşamanın rahatlığını hayal edemiyor, hep tedirgin, hep korku dolu oluyorsun. üstüne üstlük, hayatımızdaki bu monoton aşırılıkları, sıradan paranoyaları bilmeyen, anlayamayan, deneyimlemeyen ve sana acıyarak bakan tüm insanlıktan nefret ediyorsun. keza bu cehennemi bizzat tecrübe eden insanlardan da nefret ediyorsun. ömrün ve coğrafyan izin verir de her şeyin son buluşunu, düzelişini görürsen de öyle zannediyorum ki kimseyi affedemeyecek, etrafındaki on kişiyle yaşamaya devam edeceksin. bu sürece girdikten sonra yara almadan sıyrılmak imkansız yani. üstelik yaralanmaya yeni başladın. henüz canın yanmadı, sadece olabilecekleri düşünüp korkmaktan ibaret bütün korkuların. kafanın içindeki felaket senaryolarından ibaret. canın yandığı için ağlamadın daha mesela, her şeyin çok başındasın ve yolun üstünde ilerlemekten korkuyorsun.
..."
"sevgili günlük;
ne yazık ki geceler hep iyi olmuyor. umudunu hiç olmadığı kadar yok ediyor bazı geceler. bazı geceler bitip gitmiyor, asla geçmiyor. takvimler değişse de baş ağrın dinmiyor. rakın dolu, rakın bitiyor, yollar uzun, günler kısa, yollar kısalıp günler uzuyor, başın hep ağrıyor, felaket senaryoların zihnini serbest bırakmıyor. insan olduğun için inanmak ve umut etmek istiyorsun. kendine optimist yalanlar söylüyorsun, biraz inanıyor sonra gerçeklere çarpıyorsun. bu esnada aklında hep kötünün iyisi çocukluk, ilk gençlik yılların, adana'nın ılık havası, salonun huzuru, aile filan... tutunduğun şeyler vasıfsız nostaljilerden, geçmiş güzellemelerinden ibaret ve hayat sana o kadar kötü günler sunuyor ki, hayal edebileceğin en güzel günler hep arkanda. yarattığın ütopyalar hep bu defterin ilk sayfalarında. neye, kime, nasıl inanacağımı, mutlu olmak için ne yapacağımı, sevdiklerimi nasıl koruyabileceğimi hiç bilmiyorum. görmeye katlanabildiğim insan sayısı gün geçtikçe azalıyor, çünkü şu boktan hayatımızda etrafımızdakilerle konuştuğumuz tek şey boktan siyaset. hiçbir fikri tolere edemiyor, hemfikir olduğum insanlara sıkı sıkı sarılıyorum. tek bir aykırı düşünceye tahammülüm yok, herkesten nedensizce nefret ediyorum. onaylanmak, alkışlanmak; HAKSIZSINIZ diye bağırdığımdaysa insanlar haksız olduklarını artık anlasınlar istiyorum. gerçekten herkesten nefret ediyorum. böyle yaşayamıyorum.
hayatımın en stresli yaş günlerinden biriydi sanırım. sabah tan'ın sınavına girdim, ne alacağım zerre umrumda değil ve mesela bana hiçbir kötülüğü dokunmayan singapurlu hocamdan liberalizm ve demokrasiden bahsettiği için nefret ediyorum. hiçbir mantıksal tutarlılığı yok hislerimin çoğu zaman. okula adım atmak, bölümden insan görmek istediğim en son şey zira şu atmosferde hâlâ duyarcılık yapmaları, KONUMUZ BU MU AQ tepkisi vermek istediğim popülist argümanlar sunmaları, solculuk adı altında kemalizm filan gömmeleri hepsini öldürmek istememe neden oluyor. bu yüzden kimseyle birlik falan olamam ben, kimseyi sevemem, kimseyi anlayamam. babam, insanların bir aydır, internet üzerinden canlı yayınla, yumurtalarının başında bekleyen kartal çiftini izlediğini söyledi. iki ayrı uçtaki hayatların birbirinden bu kadar bihaber olması canımı o kadar yakıyor ki sanırım baş ağrımın en büyük nedenlerinden biri asla ağlayamamam. o kartalları izleyen sıradan bir avrupalı olmak için neler vermezdim ama işte bu sikik coğrafyada, bireysel mutlulukların kolektif travmalarla yok edilmişken gideyim de her şeyi bir kenara bırakıp kartalları izleyeyim diyemiyorsun. ne kadar kaçarsan kaç, ister finlandiya'ya ister madagaskar'a git, istersen hiçbir şeyden haberi olmayan istanbullu apolitik bir çocuk ol, o kültürden kaçışın yok. bu saatten sonra, bu travmalar yok olmadıkça, korkular güvene evrilmedikçe sana mutluluk da huzur da haram. kaçışın da yok artık kabullenişten başka.
dolaylı yoldan ya da doğrudan karşıma çıkan her insanın potansiyel suçlu olmasından, hepsinin nefretimi kazanmaya yeter birtakım özellikler barındırmasından ve insanları tanımaya çalışmak zorunda olmaktan bıktım. bir insan hakkında öğrenmek istediğim ilk şeyin siyasi duruşu olması o kadar korkunç ki hayatımı yaşamama engel oluyor. insanları sevdiği filmlerden, dinlediği müziklerden, okuduğu kitaplardan, yediği yemeklerden tanımam gerekirken yeni birisiyle karşılaştığımda aklıma gelen ilk şey aklından belli bir konuyla ilgili ne geçtiği oluyor. bu yüzden işte, bu arkaplanda kalan akılla, bu ülke, bu savaş dışında bir yerde barınabilmem mümkün değil. bu atmosferde güzel şeylerden bahsetmek; kartalları, kedileri, civcivleri konuşmak; uçurtmalardan, çiçeklerden, bahçeli evlerden söz açmak mümkün değil. bunu yapan insanlara konformist gözüyle bakmaktan, onları uzakta ve şanslı olarak etiketlemekten, içten içe de hepsinden nefret etmekten vazgeçebileceğimi düşünmüyorum. insani tüm duygularımı yavaş yavaş kaybediyor ve bunun her ânına şahit oluyorum. bundan daha büyük bir işkence yok duygularına güvenen bir insan için. insandan, kötülüklerle bezeli bir robota dönüşmek ve bunun her bir dakikasında kendinle olmak kadar büyük bir işkence yok. eski, sıradan hayatımı geri istiyorum. dertlerim normalleşsin, hayatta kalayım, huzur bulayım istiyorum. 22 yaşında, en güzel günlerimin milenyumun başında kaldığını düşünmeyeyim, ne kadar daha yaşayabileceğimi kafama takmayayım istiyorum.
bunların hepsi tipik bir ortadoğulu haykırışları ve bir kez deneyimledikten sonra, sanırım, bir daha asla onlarsız yaşamanın rahatlığını hayal edemiyor, hep tedirgin, hep korku dolu oluyorsun. üstüne üstlük, hayatımızdaki bu monoton aşırılıkları, sıradan paranoyaları bilmeyen, anlayamayan, deneyimlemeyen ve sana acıyarak bakan tüm insanlıktan nefret ediyorsun. keza bu cehennemi bizzat tecrübe eden insanlardan da nefret ediyorsun. ömrün ve coğrafyan izin verir de her şeyin son buluşunu, düzelişini görürsen de öyle zannediyorum ki kimseyi affedemeyecek, etrafındaki on kişiyle yaşamaya devam edeceksin. bu sürece girdikten sonra yara almadan sıyrılmak imkansız yani. üstelik yaralanmaya yeni başladın. henüz canın yanmadı, sadece olabilecekleri düşünüp korkmaktan ibaret bütün korkuların. kafanın içindeki felaket senaryolarından ibaret. canın yandığı için ağlamadın daha mesela, her şeyin çok başındasın ve yolun üstünde ilerlemekten korkuyorsun.
..."
Etiketler:
2017,
doğum günü,
gelecek korkusu,
growing up sucks,
hope hope hope,
huzursuzluk,
i'm not the luckiest person ever,
JUST BREATHE,
time machine,
too hard,
writing helps
11 Oca 2017
kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?
ülke gündemi pre-menstrual sendrom'larından birini hiç bitmeyecekmişçesine yaşarken, ben de bitmeyecek şekilde kendimle kavga edip duruyorum. tatillerin en güzel yanı saatler süren kahvaltılar olduğundan, az önce kendime bilmemkaçıncı çayımı doldurdum ve birkaç kelam edeceğim.
bu coğrafyada, saygıdeğer dostlarım, aydın kişisini cahil kişisinden ayıran pek çok nokta olsa da, biz asıl önem teşkil eden yarı-aydın kişisini gözden kaçırıyoruz. başımıza gelen tüm felaketler de direkt ya da dolaylı olarak bu durumun bir sonucu bana kalırsa. dün şuna benzer bir yazı okudum: "bu ülkenin eğitimsizi rakkalı iken okumuşu kendini kanadalı zannediyor. ama gelin görün ki gerçekler ankara."* şöyle yani, bu ülkenin aydın geçinen, okumuş ve eğitimli tabakası, memleket meselelerini ele alırken türkiye gerçeğini gözardı ediyor. teori ve pratiğin karşı karşıya geldiği durumlarda daima temeli batı'da olan teoriye yöneliyor. demokrasi ve hümanizm illüzyonu başta olmak üzere, türkiye'de oturması için hâlâ on yıllara ihtiyacımızın olduğu değerler, bunların hepsini ortadoğu'ya uygulayabileceğini zanneden sözde aydınlar tarafından, 'en iyisi, en güzeli' düşünceleriyle türkiye'ye adapte edilmeye çalışılıyor. sonuç fiyasko. sanırım akademinin yanıldığı en önemli nokta da bu. bir distopyadan ütopya yaratamazsınız. bu uzun yolun üstündeki aşamaları görmezden gelerek, kanada olduğumuzu düşünerek bizi kanadalılaştıramazsınız. ha, gönül isterdi ki kanada olalım. ama siz bütün eğitiminizi batı demokrasisi temelleri üzerinde aldınız diye, türkiye'yi refaha ve özgürlüğe kavuşturacak yöntemi de batı demokrasisi temelleri üzerinde inceleyemezsiniz. o bayıldığınız sosyologları, türkiye sosyolojisi hakkında hiçbir şey bilmeden alıntılayamazsınız. fransız sosyologlarının teorilerini henüz bunlara hazır olmayan bir topluma uygulayamazsınız.
kendi tarihinizi, memleketinizin insanlarının psikolojik ve sosyolojik değişimlerini, türkiye'nin dünya üzerindeki konumunu ve duruşunu bilmeden, hayır efendim, istediğiniz ülkeyi asla elde edemeyeceksiniz. fikirleriniz ve amaçlarınız doğru olsa da, yollarınız, yöntemleriniz ve gidiş yolunuz hatalı. sanırım doğu ve batı arasında sıkışıp kalmış bir ülke olmanın kaçınılmaz sonucu bu yaşadıklarımız. yüzünü on yıllar boyunca batı'ya dönmeye çabalamak, bir şekilde kültürü tamamen yok saymakla son bulmuş. batı medeniyetine ulaşmaya çabalayan bir güney ya da doğu avrupa ülkesi konumundan, kurtuluşunu hâlâ batı'da gören ama kendini batı'ya adapte edebilecek bütün enstrümanlarını kaybeden, ortadoğu'da bir ülke haline gelmişiz. ortadoğulu demiyorum, zira bir ortadoğu ülkesi bile değiliz. sadece, artık ortadoğu'dayız ve bunu bile kabul edemiyoruz.
* twitter: @aItincilenin 10.01.17
bu coğrafyada, saygıdeğer dostlarım, aydın kişisini cahil kişisinden ayıran pek çok nokta olsa da, biz asıl önem teşkil eden yarı-aydın kişisini gözden kaçırıyoruz. başımıza gelen tüm felaketler de direkt ya da dolaylı olarak bu durumun bir sonucu bana kalırsa. dün şuna benzer bir yazı okudum: "bu ülkenin eğitimsizi rakkalı iken okumuşu kendini kanadalı zannediyor. ama gelin görün ki gerçekler ankara."* şöyle yani, bu ülkenin aydın geçinen, okumuş ve eğitimli tabakası, memleket meselelerini ele alırken türkiye gerçeğini gözardı ediyor. teori ve pratiğin karşı karşıya geldiği durumlarda daima temeli batı'da olan teoriye yöneliyor. demokrasi ve hümanizm illüzyonu başta olmak üzere, türkiye'de oturması için hâlâ on yıllara ihtiyacımızın olduğu değerler, bunların hepsini ortadoğu'ya uygulayabileceğini zanneden sözde aydınlar tarafından, 'en iyisi, en güzeli' düşünceleriyle türkiye'ye adapte edilmeye çalışılıyor. sonuç fiyasko. sanırım akademinin yanıldığı en önemli nokta da bu. bir distopyadan ütopya yaratamazsınız. bu uzun yolun üstündeki aşamaları görmezden gelerek, kanada olduğumuzu düşünerek bizi kanadalılaştıramazsınız. ha, gönül isterdi ki kanada olalım. ama siz bütün eğitiminizi batı demokrasisi temelleri üzerinde aldınız diye, türkiye'yi refaha ve özgürlüğe kavuşturacak yöntemi de batı demokrasisi temelleri üzerinde inceleyemezsiniz. o bayıldığınız sosyologları, türkiye sosyolojisi hakkında hiçbir şey bilmeden alıntılayamazsınız. fransız sosyologlarının teorilerini henüz bunlara hazır olmayan bir topluma uygulayamazsınız.
kendi tarihinizi, memleketinizin insanlarının psikolojik ve sosyolojik değişimlerini, türkiye'nin dünya üzerindeki konumunu ve duruşunu bilmeden, hayır efendim, istediğiniz ülkeyi asla elde edemeyeceksiniz. fikirleriniz ve amaçlarınız doğru olsa da, yollarınız, yöntemleriniz ve gidiş yolunuz hatalı. sanırım doğu ve batı arasında sıkışıp kalmış bir ülke olmanın kaçınılmaz sonucu bu yaşadıklarımız. yüzünü on yıllar boyunca batı'ya dönmeye çabalamak, bir şekilde kültürü tamamen yok saymakla son bulmuş. batı medeniyetine ulaşmaya çabalayan bir güney ya da doğu avrupa ülkesi konumundan, kurtuluşunu hâlâ batı'da gören ama kendini batı'ya adapte edebilecek bütün enstrümanlarını kaybeden, ortadoğu'da bir ülke haline gelmişiz. ortadoğulu demiyorum, zira bir ortadoğu ülkesi bile değiliz. sadece, artık ortadoğu'dayız ve bunu bile kabul edemiyoruz.
* twitter: @aItincilenin 10.01.17
Kaydol:
Yorumlar (Atom)