31 Tem 2017

words can fall short, can't see the unseen

Uyumam gereken zamanlarda zihnimin varoluşsal bunalımlarla dolu olmasından nefret ediyorum çünkü cevap bulamadığın sorular sabah mesai varken daha çok can sıkıyor. Planlanmadığı halde güzel geçen günleriyse çok seviyorum. Hiç aklında yokken uzun zamandır görmediğin ve çok sevdiğin biriyle karşılaşırsın yolda, ya da sıkıcı bir yaz akşamında televizyonda eğlenceli bir yarışma programına denk gelirsin, birlikte izleyebileceğin birileri de varsa her şey güzelleşir falan filan. Spontane gelişip güzel ilerleyen günler de böyle mutluluklar getiriyor genelde.

Yaklaşık yedi ay sonra ani bir kararla Yeniköy'de buldum kendimi bu sabah. Aslında oldukça geç verilmiş bir sabah kahvaltısı kararı mevcuttu, o nedenle öğle bile diyebiliriz sabah yerine. İstanbul karmaşası Temmuz sıcağında ancak sohbetinden zevk aldığın insanlarla turkuaz denizi izleyebiliyorsan çekiliyor; başka türlü bu mevsime katlanılmaz metropolde. Neyse ki modern hayat henüz sokakları tam anlamıyla plazalaştıramadı da İstanbul'da Datça'daymışız gibi şort-terlik gezebiliyoruz. Ne saçma tanım bu da yahu, şehir hayatını yereceğim derken kalabalık Ege kasabası şovenliği yapıyormuşum gibi oldu. Neyse.

Güzel günlerin ardından gelen kafa karışıklığını sevmiyorum. Çünkü güzel günler güzel günler olarak kalmalı. Dışarıda geçirilen güzel vakitler, evde izlenen filmden vurucu bir replikle pekiştirilmeli ya da korunaklı yatakta uyumadan önce dergi karıştırarak devam ettirilmeli vesaire. 'Bu nesil devamlı akranlarını izliyor, bana gözetlenmeden yaşama şansı bırakmıyor' dedirtmemeli insana güzel günlerin geceleri. Çünkü bu nesil insanları yargılamadan yaşamayı öğrenmeli. Toplumun her türlü normuna karşı çıkıp, yeri geldiğinde anarşi güzelleyip en sonunda kendi normlarını yaratmamalı. Doğrulardan ve yanlışlardan, sıfırlardan ve birlerden, olması gerekenlerden ve olmayınca küçümsenenlerden çok sıkıldım ben. Diğerlerinin yaşadıklarını yaşamadığım için kendimi sorgulamam gerektiğini düşünmekten, sonra kendimi sorgulamaktan, en sonunda kendimi sorguladığım için kendime kızmaktan çok sıkıldım. Kendim olmaya çalışırken yorulmaktan da sıkıldım. 'Ne düşünecekler?' sorusuna takılıp kalmaktan da öyle.

Önce kendim olmanın zor olduğunu düşündürdüler bana, sonra kendim olmanın yanlış olduğunu. Bunları düşünüp hayatımı eleştirince normalleştim. Ürettikleri normlara uyum sağlamaya başlayınca onaylandım. Kendim olmamayı yadırgadım ama üstümde tuhaf bakışların olmaması iyi hissettirdi. Şimdi ara sıra oynuyorum bu oyunu, fikirlerimi tamamen değiştirecek gücüm yok zira. Değişmeye çalışmanın doğruluğu konusunda da kesin kararımı vermiş değilim. İnsanların ortak doğrular (biz bunlara dogma diyoruz) edinmelerine seviniyorum, birbirlerini hiç yanlış anlamıyorlar. Herkese ait olan hayatlarını herkes gibi yaşayıp herkes gibi hissediyorlar. Olması gerekeni yapmayı ben de istiyor, kendimden ödünler veriyor, sorgulamayı bırakıp ayak uyduruyorum. Başka bir neslin içine doğmuş olmayı istediğimi düşündüğüm de oluyor sanırım. Bir rivayete göre, o nesillerde güzel başlayan günler hep güzel gecelere evriliyor. Buralarda iyi hissettiğin yirmi dört saat geçirmek biraz zor, ancak yaşıtlarının normlarına uyarsan sıradan ve güçlü olabiliyorsun. Oysa bazıları hâlâ sarı tuğlalı yoldan ayrılmaktan korkuyor. Kimse bilmiyor. Öğrenirlerse tuhaf bulurlar. En doğru hayat, en güzeli sarı tuğlalı yolun uzağındaymış gibi. Bence değil. Dile getirmemeyi tercih ediyorum. Bazı nedenlerden ötürü.