30 Kas 2011

Ne salak bi şey oldu bu böyle.

Özlemin en güzel duygu olduğunu iddia ederek geçirdiğim 16 yılın sonunda, bugün yeniden iddia ediyorum ki özlemek güzel falan değil. Özellikle hiç durmadan bir şeylere özlem duymak hiç normal değil. En azından bir yere kadar.

Film izlemeyi deli gibi özledim mesela. En son ne zaman sinemaya gittiğimi bile hatırlamıyorum. Evde haftasonlarımı boş geçirmemek maksadıyla sıkıntıdan aynı filmleri defalarca izleme günlerimse geride kalalı çok oldu. Aslında boş geçirmekten yakındığım haftasonlarım geride kalalı çok oldu. Özgür, bir sınırlayıcıya bağlı olmadan kitap okuyabildiğim günlerin yerini edebiyat derslerim dolduruyor artık. O kitapların yerine de bir ders programım var, onu okuyorum.

Antalya'yı özledim. O iki katlı şirin evin önünde, babamın ayakkabılarının üstünde sabahlayan sarı kediyi özledim. Sanırım kediyi değil, onu her sabah orada görünce hissettiğim duyguyu özledim. Şey, bir de falezlerin yanında yürümeyi özledim.

İlköğretimdeki ingilizce derslerimi özledim; ama oraya hiç değinmiyorum bile.

Hah, sonra, tüm aile birlikte olmayı özledim. Özel günleri birlikte, gülerek geçirmeyi özledim.

Kalabalık bir ortamda tesadüfen aklıma gelen espriye gülmemek için kendimi tutmaya çalışmayı özledim.

Birilerini özledim, aslında en çok da onları özledim.

Yağmurun yağmasını özledim, toprak kokusunu, baya baya her yerin ıslak olmasını özledim.

Sonra kendi başımayken kahkaha atabilmeyi, birinin beni izlemesi durumunda ne düşüneceğini tahmin etmeye çalışırken eğlenebilmeyi özledim.

Çocukluğumu özledim desem, arkamdan 'boş' olduğumu söyleyenler olacak; oysa olgular üzerine yorum yapacak bir iradeye sahip olmanın insanın en büyük değeri olduğunu düşünsem dahi, çocukluğun da bu iradeden yoksun olduğunu zannetmiyorum. Sadece daha gerçekten uzak, daha masum fikirler onlarınki. Galiba ben hep ciddiydim, hep daha olgundum. Bu yüzden ki, çocukken bile yaşıtlarımla anlaşamadım.

Plan yapmamak gibi bir hakkım olmasını özledim. Bugünkü gibi elimde yapmam gerekenleri ve yaptıklarımı karşılaştıran bir listeyle değil de, sadece düşündüklerimle hareket edebilme hakkına sahip olmayı özledim. Misal, şu an geometri çalışıyor olmak değil yapmak istediğim. Ya da bilmiyorum, belki de öyledir. Alışkanlık oldu hem. Oturma odasındaki halıdaki üçgenlerden paralelkenarlar buluyorum. Halının üstüne oturup parmağımla ek çizimler yapıyorum. Ordan şunu çeksem kelebek olur, benzerlikten çözeriz diyorum. Mesela.

Özlemekten devam edecek olursak, bir de yazın balkonda oturup Harry Potter okumayı özledim. Yüzmeyi, şu şehirden uzaklaşmayı özledim. Kitap alışverişi yapmayı, bir de hediye almayı özledim.

Dürüst olmak gerekirse, sadece yazmayı özlemişim. Ondan bu kadar kasıntılık.

7 Kas 2011

Yaşayan herkesle problemlerim var...

Aşırı obsesif insanlardan haz etmiyorum mesela. Sanırım ben de bunlardan biriyim; ancak asla el kremini yüzüme sürmeyecek kadar takıntılı olmadım. Aksi halde annemlerin nefes alamayacağını düşünerek evdeki tüm kapıları onlar dışardayken kapalı tuttuğum oldu -5. sınıftaydım- , ya da şu gün bile sayfa çevirirken çıkan kağıt sesi bütün konsantrasyonumu bozup beni anlık bunalımlara sokuyor olabilir; ama yine de pijamalarımı giydikten sonra, onunla temiz yatağa gireceğim düşüncesiyle salondaki 'public' koltuklara oturmayacak kadar titiz olmadım. -Seray üstüne alınmaz umarım.-

Her şeyi bildiğini zannedip de hiçbir şey bilmeyen, veya her şeyi bildiğini zannedip gerçekten her şeyi bilen insanlardan da hiç haz etmedim. Birinden gösterişçilikten, diğerinden de ukalalıktan dolayı. Hiç film izlemeyip kitap okumayan, sorsanız haritada Türkiye'yi bile bulmaktan aciz insanların gelip de karşısındakine birikimlerini aktarıyor olma düşüncesi yeterince acı verici bence. Kainatta akla gelebilecek her türlü konuda öyle veya böyle bir fikre sahip olup, bir de onunla ilgili mantıklı yorumlarda bulunabilen insanlardan da çok hoşlanmıyorum doğrusu. Onlar yüce insanlar; muhtemelen onları çekemiyorum, orası başka.

Durup durup alışveriş yapan ve giyeceği hiçbir şeyi olmadığını iddia eden bütün kadınlardan da aynı şekilde nefret ediyorum; lakin bu bambaşka bir konu. Ve evet, ben de bugün evde 'Giyecek hiçbir şeyim yok!' diye bağırarak dolaştım. Önemli olan da insanın kendini bilmesi zaten.

Sonrasında sesi güzel olduğu halde şarkı söylemeyen, notalardan ve müzik kulağından bihaber; yazabildiği halde okumayan, eline kalem almayan; bir de zeki olup çalışmayan insanlara nedensiz bir gıcığım var.

Boş zamanlarında evde mal mal oturup hiçbir sosyal aktivitesi olmamasına rağmen, karşısındakini 'aktif' olmaya yönelten zat-ı muhteremlere de sevgiler.

Bu arada bence herkes de benden nefret ediyor; ama dediğim gibi, önemli olan farkındalık.
Sevgiler.

1 Eki 2011

Yapacak tonlarca şeyim, yapmak içinse daracık bir zamanım var. Ya da yapmam gereken tonlarca şeyi sığdıracak kocaman bir ömrüm. Hangisinin daha akla yatkın olduğunu kestiremiyorum; ancak ikisinin de aynı kapıya çıktığından eminim: Hiçbir şey yapmıyorum!

Dakikaları saymaktan vazgeçtim, ben varlığımı hissettirdikçe daha hızlı geçiyor zaman. Ben yokkense, daha huzurlu aktığına inanmak istiyorum. Daha az azimli, daha duygulu... Bu yüzden midir ki, artık saate bakmaya korkuyorum? Çalacak olan zil mi beni endişelendiren, kendi zamanımın dolduğunu bildirecek imgeden mi çekiniyorum?

Yapacaklarımı planlamaya zamanım yok, sadece yapmam gerekiyor. Karşımdakinin desteğini almaya ihtiyacım varken kendimle çelişiyorum. Nitekim, sadece gülümsemek için yazan ben, artık diğerlerinin sözcüklerine kapılıyorum. Beni etkilemelerine izin verdiklerim, çoğu kez benden etkilenmeye gereksinim duyarken hem de.

Kim olduğumu bilmiyorum; ne yapmak istediğimden emin olarak çıktığım yolda yaşadığım tereddütler beni arkaya bakmaya zorluyor. Geride ne bıraktığımın öneminin olmadığını söylediğim günler kendi aralarında fısıldaşıyor. İnsanlar beni eleştiriyor, bense ürkekçe kararlarımın arkasında duruyorum.

Tutunacak bir dal aramıyorum. Bulmak istiyorum; ama aramıyorum. Kendi kendine yetebilen insanlara özenip onlar gibi olmak istiyorum. Kararlarımı sorgulamak değil, onlara ve kendime güvenebilmek istiyorum. Yaptığımın, yapacaklarımın ve kendi doğrularımın çektiği tepkileri önemsemeyebilmek istiyorum. Gülümsemek istiyorum. Hayır, bir çocuk gibi ağlamak istiyorum. Düşünüyorum da, ben büyümek de istemedim ki...

15 Eyl 2011

Merhaba, neden hayatımda daha önce hiç ciddi anlamda bir erkek olmadığını araştırmaya karar verdim. İlk aklıma gelen, insan sevgisinden yoksun ve ben merkezci olmam dolayısıyla erkeklerden nefret ediyorum olabileceğim teziydi. Fakat bu çok kaba ve küçük düşürücü olduğundan bir liste yapmaya karar verdim. Bir erkeğin nasıl olması gerektiğini maddelendirerek yaptığım liste sonucunda ilk tezimden daha insancıl bir sonuç çıkarmayı ümit ediyorum.

# Erkeklerde Olması Gereken Özellik ve Tasvirler #

  • Kahverengi Camper
  • Bileğe bol gelen büyük ekranlı saat
  • Fantastik edebiyat sevgisi
  • Coğrafi kültür
  • İsyankar ruh hali
  • Bilimsel filmlere duyulan tuhaf sempati
  • Tescillenmiş karizmaya sahip aktörlerle baş edebilecek ölçüde özgüven
  • Hafif italik ve yumuşak el yazısı
  • Anlaşılmaz bir Beatles aşkı
  • Gitar eşliğinde 'You Give Love A Bad Name' söyleyebilme yeteneği
  • Şiir okuma kabiliyeti
  • Sıkı bir HIMYM izleyicisi ve Barney destekleyicisi
  • Elit ortamlara uyum sağlayabilen; ancak mecbur kalmadıkça bulunmayan bireysel yapı
  • Kült eserleri barındıran bir film arşivi
  • Star Wars ve Back to the Future'a yeri gelince gönderme yapabilme yetisi
  • Tarih kitapları ve sansürlenen her şeye karşı duyulan sempati
  • İki yabancı dil ve İngiliz aksanı
  • Yağmur damlalarının cama vururken çıkarttığı ses ile basketbol topunun kapalı sahada yere çarpınca çıkarttığı ses arasında seçim yapılması istendiğinde kararsız kalma durumu
Ayrıca en sevdiği rengin lacivert olması gerekiyor. Öyle entel dantel müzikler dinlememeli, saçma popüler kültür oyunlarına alet olmamayı bilmeli ve bir kitap ayracı koleksiyonu olmalı. Yanı sıra İzmir'e tapması zorunlu; İstanbul'u seviyor ancak orada yaşayan insanların akıl ve mantık sorunları olduğunu düşünüyor, bir de kurbağalara karşı özel bir sempati duyuyor.

Böyle işte. Aranan kriterlere uygun bir insan evladı da olmadığından, ben gidip çikolatamı yiyorum.

Nefret edilesi yazı / part1

İnsanlarda devamlı bir yalnız kalma korkusu,
devamlı biriyle yaşlanma ihtiyacı,
birine, kendini koruyacak ilahi bir güce bağlı olma gereksinimi,
etrafında nefes alan bireylere sahip olma isteği...

Tüm bunlar birinin yardımı olmadan yaşayamayacağımızı göstermez mi?
Ölümden değil de, yalnız ölmekten korkmak hani.

Yakınımda kalp atışları olan varlıklar istemiyorum.
Çalışan, üreten, yorum yapan beyinlere sahip olan bireyleri etrafımda istemiyorum.
Yalnızlık çünkü, bireysellik.
Kendi başına yetebilme ve ayakta kalabilme dürtüsü
ve bu olgulara cevap verme gerekliliği.

İnsanlar hayatımıza girerler
ve çıkarlar.
Onları kontrol edemeyiz.
Hayatımızı da kontrol edemeyiz.
Ancak ona yön verebiliriz.

İhtiyaç duyduğumuz, sevdiğimiz, onlarla konuşunca rahatladığımız insanlar vardır.
Onlar buradadır.
Biz istesek de,
istemesek de.

Fakat,
neden bu yalnızlık kompleksi?

Hiçbirimiz ölmüyoruz.
Şu gün yapmıyoruz.
O halde, neden ölürken yanlarında olacağına inandıkları insanlar arayışında herkes?

Sadece,
korkuyoruz.

Ben de korkuyorum.
Belki.

Yine de,
yalnızlığı seviyorum.
Başkalarına ihtiyaç duymadan kalbimin atmaya devam edeceğini biliyorum.
Kimse bu yüzden ölmez.
Kimse bu yüzden öleceğini düşünmez.
Kimse bu yüzden öleceğini düşünerek yanında olacağını umduğu insanları hayatına sokmaz.

Yalnız yaşanıyorsa, yalnız da ölünür.
Sırf öleceğini anladı diye insan, tek geçen günlerine yeni birisini eklemez.

Bilmiyorum,
yapar mı?

4 Eyl 2011

Hayatımın aşkla ilgili ilk karalamasını yaptım, sondu.

Ve o anda; insanlar buraya geliş nedenlerini unutalı çok olmuş, şaşkınlık duygularını üstlerinden atmayı başarmış, kendilerini kutlayacak bir şeylerin varlığına hazırlamaya çalışırlarken ve huzur ve mutluluğun, sonu olmayan bir sevincin kucağına düşerlerken ve o iki aşık birbirleri için atan kalpleriyle belki de son defa bir ilk’i yaşıyor, son defa bazı olumsuzlukları düzeltiyor ve son defa sonunu düşünmeden kendilerine bir gelecek yazıyorlarken; tam tabiat evlatlarına onlardan mahrum ettiği güzellikleri bağışlamaya başlamışken, bu benzersiz sevgi karşısında gökyüzü de kayıtsız kalamayarak kirletilmiş sayısız bedeni yıkamak için boşaltmıştı tek tek damlalarını. Şimşeksiz, gürültüsüz, arkasında tek bir korku izi bırakmadan sağanağa dönüşen yağmur o iki bedeni yıkıyor, baştan aşağı sırılsıklam ederek tüm günahlarından arınma çabalarına cevap veriyordu adeta.

Gözyaşlarının ıslattığı dudaklar tertemiz yağmurla birlikte kuru yer bırakmaksızın kırmızılığını artırarak ıslanmaya devam ediyor, iki sevgili ayrı kalmış su damlalarını kavuşturmak için sabırsızca öpüşüyorlardı. Yağmur hızlanmaya devam ederken, gülümseyen gözler buluştu ve akan gözyaşlarının yerini yağmur damlaları duraksamadan almaya devam ederken sabırsız dudaklardan çıkan son söz ‘Seni seviyorum’ oldu.

29 Ağu 2011

Bir yakınayım dedim hayattan

Merhaba,

Tatilimin ne zaman başlamış olduğuna bile henüz kafa yoracak vakit bulamamışken, şimdi nasıl olup da bitiyor olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sabah erken kalkmak, okula gidecek olmak veya derslerin seni içine sokacağı stres değil beni endişelendiren; aksine, planlı ve programlı olmayı özledim. Ancak büyüdükçe ve önündeki sorumlulukları hissetmeye başladıkça, sana ait olan zaman'ın aslında senin olmadığını fark ediyorsun. Başta sana bahşedilen her unsur gibi, zaman'ın da elinden alınıyor; tıpkı bir gün çocukluğunun, gençliğinin, daha sonra yaşamının elinden alınacağı gibi.

Şikayet etmiyorum, yalnızca çoğu kişinin üzerinde kafa yormaktan pek hoşlanmayacağı konuları irdelemekten hoşlanıyorum.

Her geçen gün bir şeyler değişiyor, bildiğim tüm gerçekler tepetaklak oluyor ve ben çocukluğuma dönme hayalleri kurarken hayat da o güneşi her sabah aynı yerden doğurmak gibi önemli işlerle meşgul olduğundan benimle pek ilgilenemiyor. Sorunsuz ve etrafındaki olaylara aklı ermeyen bir birey olma girişiminde bulunmak istediğim şu günlerde beni yalnız bırakıyor. Oysa dört yaşıma geri dönsem ve çok farklı şekilde yeniden yetişsem, bugünlerime gelip de bazı şeyler için ne kadar geç olduğunun farkına varıp üzülmesem.

Malesef yaşamın tamamen senin eline bırakıldığında ve sana bir kişilik edinme görevi verildiğinde ve aslında ne çok şey yapabilecekken, önceden verilmeyen kararların ve kaçırılan fırsatların önemi henüz anlaşıldığından, sana sadece 16 yıllık minicik hayatında bile gerçekten boşa geçirilmiş onca zamanı düşünmek ve hayal kırıklığına uğramak kalıyor.

Beni bu kadar yıpratabilmiş o erken pişmanlık karşısında dehşete kapılıyorum. Biliyorum ki yapabildiğim -benden yapmam beklenmeden yapabildiğim- şeylerin yanında kimsenin gözüne yapamadıklarım batmıyor. Biliyorum ki kimse benden daha iyi olmamı beklemiyor. Fakat her zaman daha iyisini ararken ben nasıl elimdekilerle yetinmeyi öğrenebilirim ki? Mükemmelliyetçilik mi bu, bencillik mi; merak mı, özentilik mi; yalnızca gösterişçilik mi? Veya benim kendimi bulmaya çalışırken istemeden edindiğim kibirli bir huy mu? Kendi soruma cevap veriyorum, 'Fark eder mi?' diyorum ve yine sonsuz bir girdabın içinde kayboluyorum. Fakat biliyorum ki eğer benim bugünkü görevim kendimi tanımak, 'ilerdeki ben'i bir nevi de olsa resmetmek, bu kişiliği oluşturmaya çalışmaksa söyleyebileceğim tek şey yeteneğin her zaman zevkten sonra gelmesinin şahsa daha mutlu bir yarın hazırlayacak olmasıdır.

26 Ağu 2011

Acaba çok mu romantiğim ?!

Bir yandan üç aydır ilk defa bu kadar yoğun şekilde hissettiğim o kararsızlık ve işin içinden çıkamamazlık duygusu, ardından birkaç gündür içinde bulunduğum saçma özlem çırpınışları...

Ne oluyor anlamıyorum ki, hiçbir şey eskisinden farklı değil. ... Desem de inandıramıyorum kendimi. Başkalarınca önemsenmeyecek derecede minik olan bu farklılıkları neden bu kadar kafama taktığımı ve kendimi gereksiz bir strese soktuğumu anlamıyorum. Bu saçma hissiyatın canımı yakarken beni gülümsetebilmeyi nasıl başardığını da anlamıyorum.

Eskiyle iç içe yaşamak istemek normal mi? Aslında bir zaman makinesi dilemek ve onu bazı bilimsel keşiflerin yanı sıra sadece geçmişimi yeniden gözlemleyebilmek için kullanmak istemek, bu normal mi?

Sanırım cevabı biliyorum, tam da bu yüzden tüm bu duygularımdan gocunurken onlarsız yaşayamayacağımın da farkındayım.

14 Ağu 2011

Bence ben How I Met Your Mother'a tapıyorum.
Aslında herkesin bildiği, sevdiği ve hakkında durmadan konuşup durduğu her türlü insan emeği değmiş yapıttan uzak durmaya çalışırım; ama öyle ki HIMYM başlı başına bir tutku haline geldi benim için.
Amacım burda replik falan paylaşıp ya da fotoğraflar ekleyip ergen havalarına girmek değil. -O halde Tumblr ergen mekanı mı?!- Sadece tam anlamıyla beni gülümsetirken, huzur verirken güldürebilen tek şey sanırım. Except Back to the Future diye de belirtmek zorundayım.

-Ayrıca an itibariyle çok çok çok mağdurum, belki bu konuya daha sonra değinirim. Ama harbi mağdurum lan, çok mağdurum. Lan falan dedim o derece mağdurum.-
Aynı anda hem nefret edip hayattan, insanlardan; her sabah gözünü açıp yine elinde olanın koca bir hiç olmasından yakınmaktan ve bütün haksızlıklara karşı elin kolun bağlı oturmaktan nefret ederken bir yandan da taparcasına seviyor olabilir miyim tüm bunları? Sanki hiçbir davranışımda çelişkilerin en ufak bir izi yokmuş gibi davranabilir miyim? Bir yandan isyanın, o özgürlük fısıltısının, kimi zaman büyük bir haykırışa dönüştüğü kontrol edilmez duygunun esiriyken tekinsizce, bir yandan da aslında bütün bu eşitsiz dünyaya minnet duyabilir miyim?

Bazen ne acayip bir romantik olduğumu düşünüyorum. Mutsuz bir ânıma tesadüfen denk gelen o coşkuyu nasıl olup da bastıramadığımı, üstüne üstlük onun tüm karamsarlığımı çekip almayı nasıl başardığını merak ediyorum. Genellikle mantığımla hareket edip duygularıma yenilmezken ben neden artık onlara söz geçirmekte zorlandığımı anlamıyorum.

Yeniden evimdeyken sanki yaşayacağı sayılı günler olduğuna inanan yaşlı bir kadın gibi etrafımdaki bütün nesnelerle yaşanmışlıklar arasında bağlantılar kurmaya çabalıyor, gözlerimin değdiği her yerle geçmişe ve güzel ya da çirkin anılara yolculuklar yapmaya uğraşıyorum. Eski ayakları yere basan Nazlı nerede bilmiyorum, nedense halimden de gayet memnunum...

3 Ağu 2011

Müslümanız elhamdülillah.

Burda doğum günü pastasının üzerine doğrusal iki mum koyup aralarına, üstünde 'HAYIRLI RAMAZANLAR' yazan kağıt bantladık. Sonra ışıkları kapatıp mahya ışıklarıyla aydınlanarak kuzenimin yeni yaşını kutladık. Eğleniyorum; ha, saat on, uykum var orası ayrı.

18 Tem 2011

The Tourist mi yazsam bilemedim.

Merhaba, yine kendi kendime konuşuyormuşum gibi oluyor; hoş twitter'da da böyle ama en azından orda followerlarım var. Her neyse, hiç değilse burda birkaç saatte 5 unfollow yemiyorum. Ne diyordum? Hah, merhaba. Lafa bugün hiç kitap okumadığımı belirtip kendimi ezmekle başlamak istiyorum. Ne demek hiç kitap okumamak ya? Olur mu öyle şey? 


Sabah Aşk-ı Memnu'yu izlememi engelleyip beni kendisine 'yemek yapmaya' çağıran sevgili arkadaşıma teşekkürü bir borç bilirim ki hiç değilse film izledim. 'Turist'e gitmemiştim, çok istemiştim -aslında tek istediğim sinemada Johnny'yle bakışmaktı.- Sonra 'sevgili' biyoloji öğretmenimin filmin güzel olmadığını vurgulamasıyla bir süreliğine sinema salonu fantezilerimi rafa kaldırmıştım ki, baktım film falan kalmamış ortada. Öyle işte, aldım bugün izleyelim diye. İzledim yani, güzeldi bence. Düşünüyorum ki bence izleyenler anlamadı filmi, o yüzden beğenmediler. Kötü değildi ya, değildi işte. Sadece başları fazla aksiyon sevmeyenler için biraz sıkıcı olabilirdi. Ama şaşırttı, her şeyi geçtim Johnny vardı lan. Angelina'ya son repliğinden dolayı sövüp sayıyor, bunu da burada kesiyorum. 





Elise: 20 million dollars worth of plastic surgery. And that's the face you choose. 

Frank Taylor: You don't like it? 

Elise: It will do. 





Burayı da filmde fark etmemiştim, IMDb'den repliklere bakarken görüp güldüm.


Hotel Waiter Guido: Bongiorno! 
Frank Taylor: Bon Jovi! 



Bon Jovi demişken, şu gidemediğim 8 Temmuz konserine ve içimdeki öfkeye bir değinmek isterdim ki filme olan saygımdan susuyorum. 


Ps olarak filmin sinemalar.com'da 7.7 aldığını da belirtiyorum. Evet, maksimum 8'likti bence de. 

17 Tem 2011

I'M BACKIN' TO THE FUTURE



Well, in this huge summer holiday I had to do something important for me. First, I watched the 'Back to the Future' series for 15648646th time and I enjoyed again like the 1st time I did. Am I crazy? Yeah, just a bit. Anyway, the best movie was the 1st one, I always say that. Somebody begs to differ with me, they think the 2nd one was the best. But I sincerely love watchin' the 1955 in this movie. And I routinely ask myself that why I wasn't born on 1950s. By this way, I could see or live with the best*est music groups, politicians, composers or actors.

Whatsoever, it isn't our topic. I'm here and tryin' to write in English -I guess I can't- because I wanna share some Back to the Future quotes and pics.

By the way, WHY DON'T I HAVE A TIME MACHINE ?!

---------------------------------------------

That can be my favourite catchword, amazing.

'Maybe you weren't ready for that ... but your kids are going to love it.' - Marty after performing his final song at the Enchantment Under the Sea Dance
 


Marty McFly: Calvin? Wh... Why do you keep calling me Calvin?
Lorraine Baines: Well, that is your name, isn't it? Calvin Klein? It's written all over your underwear.








Marty McFly: Wait a minute, Doc. Ah... Are you telling me that you built a time machine... out of a DeLorean?
Dr. Emmett Brown: The way I see it, if you're gonna build a time machine into a car, why not do it with some style?



That's Strickland? Jesus, didn't that guy ever have hair? - Marty when he saw Stricland's youngness


 Hey Dad, George. Hey you on the bike. - Marty when he saw his father in 1955.


[heads for a door then stops]
Oh... one other thing. If you guys ever have kids and one of them when he's eight years old accidentally sets fire to the living room rug... go easy on him. - Marty when he was leaving the Enchantment Under the Sea Dance, saying goodbye for his parents.


 Chuck. Chuck. It's Marvin - your cousin, Marvin BERRY. You know that new sound you're looking for? Well, listen to this. - On the phone, as Marty plays "Johnny B. Goode"


So you're my Uncle Joey. Better get used to these bars, kid. - Marty to Uncle Joey as a baby, playing in his playpen.


Marty McFly: Wait a minute, Doc, are you trying to tell me that my mother has got the hots for me?

Dr. Emmett Brown: Precisely.

 Marty McFly: Whoa, this is heavy.
Dr. Emmett Brown: There's that word again; "heavy". Why are things so heavy in the future? Is there a problem with the earth's gravitational pull?


Marty McFly: Doc, we better back up. We don't have enough road to get up to 88.
Dr. Emmett Brown: Roads? Where we're going, we don't need roads.





15 Tem 2011

İsyan güzel şey.

Bana kendim olduğumu hatırlatan, bir şeyler için savaş vermem gerektiğini belleten, var olan düzene karşı içimde kızıl, kor ateşler yakan bir karşı savunma.

İsyan, en başta karşımdakinden nefret etme nedenim. Kim olduğuna ya da nereden geldiğine bakmadan; sırf hiçbir şey yapmadığı ve olanlardan yalnızca sözlü biçimde şikayet ettiği için kendisine beslediğim duyguları bu şekilde tarif etmeme neden olan şey, isyan.

İsyan, bir başkaldırı.

İsyan, bir özgürlük fısıltısı.

İsyan, elime ne geçeceğini bilmeden attığım çığlık.

İsyan, kafamda kurduğum soruların cevabı olmasını dilediğim öge.

İsyan, bir türkü kimi zaman.

Ve isyan, aradığımı bulma umudum.

Korkularım, meraklarım, heyecanlarım ve öfkelerim. Attığım adımların nedeni olan isyan, bütün bunların sonucu.

Bazen bir şeyler yazma isteğiyle karşı karşıya kalıp kalemimle bastırdığım, bazen birine karşı gelme arzusuyla yanıp tutuşarak asiliğimi ortaya çıkardığım isyan, çoğu kez pişmanlıklarımın nedeni. Oysa biliyorum ki, o olmadan ben de yokum. İsyanım var; duygularım var. İsyanım var; çünkü kişiliğim var. Ben var olduğum sürece de içimde bedenimi eritip dışarı çıkmayı bekleyecek olan o duygu, daima var.

13 Tem 2011

13 Tem 11

Elimde okunmayı bekleyen onca kitabım, aklımda bugünüm ve yarınım, kaygılarım, umutlarım, geleceği düşünmeme çabalarım, hayallerim, onca olaya rağmen orda duran yüreğim ve boşluğa bakan gözlerim...

Yine melankolik bir tavırla başladım kırmızı ojelerimin süslediği ellerimi klavyeyle buluşturmaya. Böyle yazdığıma bakmayın, aslında son bir saattir internette Lena'dan Satellite'la karaoke yapıyorum. Bir yandan televizyon açık -yeni kapattım-, bir yandan dondurmamı kaşıklıyorum, arada klimayı açıp kapatıyorum.

Tatil o kadar güzel ve sadece yapacaklarını planlamakla geçirdiğin anlarla sınırlı ki... Keşke ne yapacağımı düşünmek yerine aynı sürede hayallerimle buluşmaya bıraksam kendimi. Sonradan pişman olmamak, zamanı geri almayı dilememek için. Çünkü yapacak onca şey varken ve ben hayatımı sınavların yönlendirdiği bir dönemdeyken her şeye yetişmek imkansız oluyor. Bir de arada boş geçirilen onca vakit...

İnsanlar sanki kararlılığımı bozmaya çalışıyormuş gibi. Hayatımda ilk defa, 16 yıllık bütün hayatımda ilk defa kendi başıma verdiğim bir karar var ve ben bu karar uğruna bütün okul hayatımı değiştiriyorum; en azından bunları yapmaya karar veriyorum. Oysa insanlar emin olmadığımın farkında ve bana devamlı öğütler veriyorlar. 'Bir de şöyle düşün, eczacılık okursan daha rahat olursun. Filanca arkadaşımın kızının Marmaris'te eczanesi var, deniz kıyısında. İstediği saatte çıkıyor, geziyor, dolaşıyor.' Annemin anlamadığı konu benim meşgul olmak istemem. Malesef ki eczacılığın devletin eline geçtiğinin henüz farkında değil ve ben söyledikçe reddetmeye devam ediyor. 'Sadece aklında bulunsun diye söylüyorum, yoksa karar senin.' Diğer bir anlamadığı konuysa, benim kararımı bir ay önce bölüm değiştirerek vermiş olduğum. Sayısal çıkışlı olmamın avantajlarını, fen lisesinde başlayıp anadoluya geçecek olmamın bana getireceği artı okul puanını anlamadığını zannetmiyorum. Sanırım o sadece pişman olmamdan korkuyor; ama benim için hukuk okuma kararının şu anda yaptığım en doğru seçim olduğunun farkında değil. Biliyorum ki bütün ilkokul ve ortaokul hayatımı, lisede bulunduğum şu iki yılı büyük bir kararsızlıkla geçirdim. Ve yine biliyorum ki en kötü karar bile kararsızlıktan iyi.

İçim rahat mı peki? Eh, evet, bir nevi. En azından -uymuyor olsam da- yapmam gerekenleri belirlediğim bir programım var artık. Her şeyi daha somut olarak görmek, bir şeylerin daima gözümün önünde olması ve ne durumda olduğumu her zaman anlayabiliyor olmak rahatlatıyor beni.

Sabahları kalkıp Aşk-ı Memnu izlemek yerine okumakta olduğum kitapları bitirip yenilerine başlasam daha mutlu olurum sanırım. Ya da oturup izlemek isteyip de hiç vakit bulamadığım filmleri izlesem. Veya anneme soracak olursak ders çalışsam daha mutlu olurmuşum. Şu 'hiçbir şey yapmadım' huzursuzluğundan kurtulmak için oturup gerçekten ders çalışmalıyım belki de. Hep demiyor muydum 'Eğer gerçekten istediğim bir meslek bulsaydım, beni mutlu edeceğine inandığım bir hedefe sahip olsaydım, ona ulaşmak için elimden geleni yapardım.' diye. Ee, neden duruyorum öyleyse? Daha iyi bir fırsat var mı kendimi kanıtlamak için? Yapabileceğimi göstermek için, daha önemlisi beni içinde huzur ve mutlulukla bekleyen geleceğime yatırım yapmak için? Geçen her saniye ilerideki 'keşke'lerimi çoğaltıyor yalnızca. Bugün ertelediğim bütün sorumluluklarım, korkularım, gelecekteki Nazlı tarafından hesap sormak için bir yerlerde büyüyor. Ve benim onları durdurma vaktim geldi de geçiyor...

10 Tem 2011

İnsanlar salak, yani üzgünüm ama öyle.

Ben mi çok ileri zekalıyım, gerçekten hiç hesaplanamamış bir IQ'm mu var, yoksa beynim diğerlerinin anlayamayacağı bir biçimde mi çalışıyor; bunu düşünüyorum günlerdir. Dürüst olmak gerekirse, benim tüm hayatım bu konu üzerinde yoğunlaştığım anlardan ibaret. Tamam, yeri geliyor çok kendimi beğenmiş olabiliyorum; doğuştan olup olmadığını kestiremediğim bir liderlik duygum da var gerçi. Ama bunların tamamen dışında, en ufak bir espri üzerine saatlerce düşünebilen insanlar görüyorum, onları tanıyorum ve evet, aslında onlarla yaşıyorum.

Ukalalık etmek istemiyorum, cevap vermiyorum; nereye kadar tutabileceğimi kestiremediğim bir sinir dalgası büyüyor içimde. Bana neyse, beni ilgilendiren bir şey yokken neden bu nefret, kime; anlamıyorum...

Küçük bir açıklama yapıyorum, üzerinde düşünmüyorum bile. Karşımdakinin anlamayacağına dair en ufak bir şüphe dahi geçmiyor içimden. Dakikalar sonra farkına varıyorum ki, aslında konuşmamışım. Ağzımı bile açmamışım. Hiçbir şey önemsenmemiş söylediklerimden, ya da önemsenecek raddeye bile ulaşamamış. Bencillik mi bu, burnu büyük olan mıyım, veya çok mu havalı davranıyorum; kestiremiyorum. Aklımdan geçenler bunlar değil oysa; asla birisiyle dalga geçmek, onun eksik yanlarıyla eğlenmek, bunu suratına vurmak değil. Sadece gerçekten şaşırıyorum. İnsanlar mı duyarsız, ya da ben mi anlatamıyorum içimdekileri? Dışa vurmakta mı başarısızım her şeyi?

Üzgünüm; iki türlü de olsa ben bu şekilde yaşamak istemiyorum. Haksızlığa uğratılmış gibi hissetmelerine yol açtığım insanları var ediyor olabilirim; ama ben, eğer bir şeyler yazacaksam, bir şeyleri başkalarına aktaracaksam karşımdakinin de yararlanıyor olmasını beklerim. Bekliyorum! Aldığım yorumlardan, yardım edemediklerimden ya da davranışlarımın, karşımdakini kaybedecek olmama yol açmasından daha mı önemli bu his; bilmiyorum. Büyütmeden, yavaş ve sessizce devam ederek yaşamaya ara vermeksizin, bu hisse hem sahip olup hem de ondan kaçınmam gerektiğini düşünüyorum. Nasıl başarırım bunu; nasıl kendimi mutlu ederken, hak ettiklerimi benliğime hediye etmeye devam ederken çevremdekilerin de kırılmamalarını sağlarım? Sanırım tam da bunu düşünmemin sırası...

Yalnızlığı özlemişim ya çünkü, beni anlayabilen tek insanı özlemişim. Kendimle kalmayı, kendimi kendime anlatmayı özlemişim. Yazmayı özlemişim; başkalarının ne düşündüğünü önemsemeden, karşımdakinin beni anlayıp anlamadığına kafa yormadan, yalnızca anlatmayı özlemişim. Düşünüyorum da, bu sadece ben değilim. Böyle yaşayan, bu şekilde düşüncelere sahip olan ve kızgınlığını ellerini kullanarak, yazarak belli eden, zehrini dışarıyla böyle paylaşan tek kişi ben değilim. Buralarda bir yerde, geceleri yatmadan önce müzik dinleyen, gülümsemenin kendisini mutlu ettiğini bilen, 'öteki'lere aldırmadan yaşayan -aslında 'öteki'yi kişiliğince tanımayan, 'öteki'yi kabul etmeyen, 'öteki'yi kendisi gibi gören- , canı yandığında bir yerlerde onu iyileştirmek için yanıp tutuşan insanlar olduğunu bilen o kişi işte... Ve tekrar düşünüyorum da, evet; onu bulacağım ve muhtemelen aşık olacağım...

9 Tem 2011

9 Tem 2011

Yine aynı sorular kafamda, aynı çaresizlik anları; sonra eklenen düşüncelerim, biraz mantık ve yine küçük, masum bir mutluluk belirtisi...

Aslında nerede olduğun değil yaşam; nerede olacağın, kendini nerede görmek istediğin ve bu uğurda vazgeçeceklerin. Vazgeçmek dediysem gözünüzü korkutmak için değil. O vazgeçişler o kadar değerli ögeler katacak ki hayatınıza, pişmanlık bir yana, bir kere olsun geriye bakma ihtiyacı duymayacaksınız. 'Nereden biliyorsun?' Sormayın, biliyorum işte. Bilmiyorsam da umuyorum, hayal ediyorum. Bunlar da yetmez mi elindekilerin kıymetinin farkına varmaya?

Hava sıcak; yoo, aslında yalnızca benim düşüncelerim bu, benim kuruntularım. Bir kutup ayısı olsaydım eğer, hava şu ankinden katlarca daha sıcak olurdu. Oysa bir devekuşu olarak doğsaymışım şimdiki hava soğuk gelirdi bana. İşte bunları düşünerek geçiriyorum saatlerimi. 1 haftalık tatilim pazartesi günü son bulacak, yeniden evime dönerken aklımda daha net fikirler olacak. Söyleyip durduğumu biliyorum, yok kendimi daha iyi tanıyorum artık falan diye de- Bu mutlu ediyor beni, huzurla dolmamı sağlıyor. İyi bir şeyler yaptığımın bilincinde olmak rahatlatıyor beni ve kendimi bu histen mahrum bırakacak da değilim. Öyle ya da böyle...

Tırnaklarım benim önceki gün sürmeye çalışıp da havuzun bozmuş olduğu pembe ojelerle bütünlük sağlamış durumda. Silmeye de üşeniyorum. Hatta inip denize yürümeye de üşeniyorum. Kitap okumaya üşenmiyorum, yalnızca 100 sayfamın kalmış olması içimi ürpertiyor, bitecek olmasından korktuğumdan alamıyorum elime, o kadar.

Yan tarafta açık olan Facebook sayfamda hiçbir insani belirti yok, saat başı gelen tweetler de pek ilgimi çekmiyor gibi. Yazdıkça kelimeler de kirleniyor gibi, artık kendim için bir şeyler yapıp yüzmeliyim galiba. Bu sefer de böyle olsun; uzun, dopdolu, rahatlayacağım bir yazıyla tekrar geleceğim. Şimdi tembellik vakti!

25 Haz 2011

Öyle işte, yine ben. Biraz önce televizyonda Nazım Hikmet'in hayatını anlatan bir program izleyen ben. Bir yandan içimi acıtan, öteki yandan kendisiyle gurur duymamı sağlayan; ve tabii bir de bir kez olsun onunla görüşemediğim için kadere kızmamı sağlayan programı izleyen ben.

Şu an kızgınım, her yıl 3 Haziran'da, öncesinde ve sonrasında kızgın oluyorum. Ne olur birisi çıkıp da 'Bu yüzdendi işte' dese, 'Şu nedenle veremedik Nazım'a istediği köy mezarlığını'.

Birisi de gelip neden böyle büyük bir ustaya haksız yere istediğini veremediğimizi açıklasa ya. Yapabilirse.

Acıyor, canım acıyor. İnsanın, vatanını kurtarmaya çalışırken sırf komünist olduğu için vatan haini damgası yemesi düşündüklerimi doğrulamıyor. İnsanın üzerine yapışan rumuzlardan kurtulmasını imkansızlaştıran bu yöntem, sistem, düşünceler toplamı- Hepsi görüşlerimi sarsıyor.

Bir tek ben miyim gün ortasında internetin başında Twitter'da takılmak yerine bunları düşünen, herkese, her şeye kızan, oturup başkalarının okuyup okumayacak olmasını önemsemeden bir şeyler karalayan? Bir tek ben miyim teşekkür eden düzenime, Nazım'a istediği çınar ağacının altındaki köy mezarlığını veremediği için düzenime teşekkürü borç bilen bir tek ben miyim?

24 Haz 2011

Sadece tek bir insan yüzünden değişen hayatlar vardır.
Tek bir insan sorumsuz davrandı diye yok olan umutlar vardır.
Tek bir insan cesaret edemediğinden kaybolan hayatlar vardır.
Tek bir insan hata yaptı diye asılan suratlar vardır.
Tek bir insan korkup kaçtığından çaresizliğe gömülen başka insanlar vardır.

Hiç mi düşünmezler sonu ne olur diye sarhoş halde araba kullanırken?
Bir hata yaparım; suçsuz olanları, hak etmeyenleri incitirim diye- Hiç mi düşünmezler?
Hak etmeyenler demişken, düşündüm de- Böyle bir şeyi hak eden, buna layık olan biri mi vardır?
Ölüme. Zamansız ölüme, arkasındakileri çok üzeceğini bile bile gitmeye. Bunu hak eden biri var mıdır?

Ya üzersem başkalarını; ya asla unutamayacağım, hayat boyu benimle olacak bir vicdan azabı takarsam peşime?
Ya insanlar benim yüzümden ağlarlarsa?
Ya bir daha asla mutlu olamayacak kişiler bırakırsam arkamda?

Ya da ne gerek varsa, saçmalamayayım da.
Ne olacak sanki, hayat bana adil davranmadıysa. Benim suçum değil ya bu.
Doğru ya, öteki insanlar da ilgilendirmiyor beni.
Ne yaparlarsa yapsınlar, kimin umrunda.

Arkada kırılmış kalpler, ağlayan yürekler, bir daha gülmeyecek yüzler bırakan adam olmanın nesi ayıp?
Korkup kaçmanın- Ya da belki ne yaptığını bile hatırlayamamanın.
Suç mu bunlar? Yo, hayır. Neden olsun ki.
Gencecik bir bedeni toprağın altına göndermenin nesi ayıp?
Ailesinin kendilerini sorgulamalarına neden olmanın; dünyayı, ahireti, Tanrı'yı sorgulamalarına yol açmanın. Nesi ayıp?
Ve kaderi.
Unutmadan, kader mi bu?
Tam olarak ne bu, kader mi?
Ya da kader bu mu?
Soruş şekli değiştikçe alınan cevapların farklı olduğu sorulardan mı bu da?

Öyleyse.
Hayat buysa; adalet, duyarlılık, olgunluk, sorumluluk, insanlık buysa-
Ben ne adilim, ne duyarlı, ne olgun, ne sorumluluk sahibi, ne de insan.
Ben neyim?
Arkamda bana teşekkür eden, minnet duyan insanları bırakacağıma söz veren küçük bir kız çocuğu.

23 Haz 2011

Saatlerdir aynı yerdeyim. Günlerdir, haftalardır
aynı monotonlukta yaşıyorum. Öyle çok
ihtiyacım varmış ki tatile, artık hiçbir şeyle
ilgilenemeyecek kadar meşgul hissediyorum kendimi.
Keşke olsam; keşke istediklerimi yapamayacak kadar
yoğun olsam. Kendime vakit ayıramayaşımın sebebi
bu kadar önemli ve kabul edilebilir olsa.

Neden kandırmaya çalışıyorum ki kendimi?
Yazmayalı, elime ciddiyetle kalem almayalı
ne kadar oldu, emin bile olamıyorum.
Zamanım yok güya; çünkü bütün günümü
internette dizi izleyerek geçirmek için
zamana ihtiyacım yok, değil mi? Kızmıyorum,
akışına bırakıyorum. Ne zaman son bulacak
bilmiyorum; öyle ki emeklerime üzülüyorum.
Yapacak onca şey varken, tam da
kendim için yeni, yepyeni bir karar vermişken
daha olgun davranmayı seçmeyi yeğlerdim.
Oysa hala küçük, yaramaz bir çocuk
gibi davranıyorum. İsyanım da bu yüzden.
Karar vermek için yeterli olduğumu düşünürken,
iş uygulamaya gelince kaçmamı anlayamıyorum.
Hazmedemiyorum.

Bir şeyler daha iyi olacak, hepsi benim elimde.
Gülümsedikçe daha rahat hissediyorum, bütün
vücudumu bir anda samimi bir huzurun kapladığını
duyuyorum. Hepsine öyle minnettarım ki.

Konuşmuyorum. İnsanlar beni anlamadıkça,
biz ne kadar yakın olsak da onlar 
bunu başaramadıkça anlatmıyorum.
Zaten hiçbir zaman yaşadığım her şeyi;
duygularımı, düşüncelerimi, küçük-büyük
bütün anılarımı karşımdakine anlatan biri
olmadım ben. Biraz gizeme sahip olmalı insan;
en yakınına bile -senin gibi düşünmediği için değil-
seni anlamaya çabalamadığı ya da irdelemeden
gülüp geçtiği için, önemsemediği için her şeyini
anlatmamalı.

Şimdi anlıyorum, yavaş yavaş kavrıyorum.
Bütün bu söylediklerim bir kez daha kim
olduğumu sorgulatıyor bana. Elimde neden
kalem olduğunun cevabını veriyor. Israrla
bağırıyor, 'Sen bu'sun, değişme sakın!' diyor.
Biliyorum, söyledim ya; yazıyorum. Yazacağım,
yazacağım çünkü; kimse değil- Beni en iyi anlayan
yine benim ve kendimle iletişimimi sağlayan bu
yegâne yola çok şey borçluyum.

Arkadaşsız olur mu emin değilim. Neredeyse
bütün hayatımı "neredeyse" arkadaşsız geçirmeme
rağmen, şu son iki yılımın bana kattığı şeyleri göz
ardı edemiyorum. Fakat hâlâ direniyorsam eğer;
kendime en çok benzeyenin yine 'ben' olmamdan.
Farkındayım...

Anlamıyorum ki. Tekrar düşünüyorum;
bulamıyorum. İnsan içindeki her şeyi
ortaya dökerse kendine ne kalır?
Tek başına kaldığında benliğiyle paylaşacağı,
ona anlatacağı şeylere ihanet değil midir
bu?

Güçlü bir kız değilim, olmadığımı biliyorum. Yine de
bazı şeyleri yalnızca benim biliyor olmam, bilmiş
ve bilecek olmam korkutmuyor beni. Keşke herkes
önce kendini sorgulasa, her çıkmaza girdiklerinde
yardımının dokunacağına inandıkları o insana koşmadan
önce. Ya da yapmasınlar, bana ne? Sadece pişman olmasınlar
istiyorum, 'keşke' demek kötü çünkü. Keşke öğrenmeseler.

Bilmiyorum, büyüyoruz ama... Sanki geçen her yaş
bana yeni fikirler verirken,
sorularıma cevaplar bulmamı sağlayıp bana yenilerini yöneltirken,
onlar biraz daha korkaklaşıyormuş gibi.
Olgunluğun getirdiği sorumluluk altında ezilmekten
ve yalnız kalmaktan
her zaman olduğundan daha fazla korkuyorlarmış
gibi. Veya sadece benim kuruntularım.
Ne zaman diyebildim ki
'Tam olmak istediğim gibiyim'
diye?

10 Haz 2011

10 Haz 11

Sevdiklerin için fedakarlık yaparsın. Çoğu kez onların yüzündeki minicik bir gülümsemeye değerdir her şey. Bazen kendi mutluluğun bile önemsiz kalır onlarınkinin yanında. İhtiyacın olan tek şey sevgidir; sevmek ve sevilmek. İnsanları sevdiğin sürece onlar da sana değer verirler. Ve bazı karşılıksız sevgiler vardır ki, ne yaparsan yap hep peşindedirler. Emeklemeye başladığın zamandan okula gitmene, yılsonu gösterilerinden mezuniyet törenlerine, aşık olduğun âna kadar. Ve belki bir gün düğününe. Yaşadığın sürece ihtiyacın olan tek şey samimiyetle gülümsemektir, ve çoğu kez gülümsemen mutlu olmanı beklememelidir. Hayatında oldukları için her gün şükretmen gereken insanlar vardır. Bazen unutsan da, sıkılsan, ertelesen de onlar ordalardır. Sen "Git" desen de gitmeyecek, kovsan da kaçmayacaklardır. Onlar hayatını anlamlılaştıran, onu sana ait kılan bireylerdir ve onlardan sıkılman mümkün değildir. Mutlu olmak için gülümsemeyi, gülümsemek için mutlu olmayı beklememek gerekir. Yapacağın tek şey bilmektir. Onların daima yanında olduğuna inanmak ve ne kadar şanslı olduğunu bilmek...

5 Haz 2011

Yardım edin, benliğimi kaybettim

Ne istediğimi gerçekten bilsem keşke. Beni bunu yapmaya zorlayan aptalca bir sistemin olduğunu bir anlığına atabilsem kafamdan ve geleceğimi korkusuzca çizebilsem zihnimde. Üstümde hiçbir baskı olmadan düşünmeyeli o kadar olmuş ki. Kimim ben, neredeyim? Bunu yapmalıyım! Şunu yapacağız! Peki ya sevgi? Ya zevk alma isteği? Ya mutluluk, eğlence? Keşke bu kadar bencil olmasaydı hayat. Keşke her şey masallardaki gibi kesin çizgilerle ayrılsaydı birbirinden. 'İyi' ve 'kötü', 'doğru' ve 'yanlış', 'gerçek' ve 'yalan'. Keşke hayat da 'güzel'le 'çirkin'i, 'korku'yla 'özgüven'i ayırabilecek kadar cesur olsaydı. Yardım edin bana, benliğimi kaybettim.

Gülümsemek

O kadar kolay değildi ki.
Eline bir şiir kitabı alıp, koklayarak sayfalarını çevirmek kadar huzur verici değildi.
Biraz keder, biraz korku.
Eski bir resme bakmak gibi, burun sızlatıcı.
Aynadaki benliğin kadar sanal, havayı hissettiğin kadar gerçek.
Dinlediğin senfoni kadar sıcak...
Ve sana düşen tek şey,
Gülümsemek.