27 Ara 2013

is it possible for home to be a person and not a place?

TIK
Babama yine kargo geldi. Neyi,
nereye sığdıracağımız hakkında
artık en ufak fikrimiz yok.

Bugün evimdeki 6. günüm. Kendi odanda uyandıktan sonra, boş evin tadını oturma odasında televizyon karşısında kahvaltı yaparken çıkarabilmek dünyanın en büyük lüksü olsa gerek.
Öğlen kendi yemeğini pişirip onu kitap okurken yayıla yayıla yiyebilmek bir de. Akşam evin fertleri teşrif ettiğindeyse güzel bir film koyup televizyona, çayını yudumlarken koltukta sızmak ve de. Bunlar bence sahip olduğumuz en değerli şeyler ve ne yazık ki -kendimi tenzih ediyorum- kaybetmeden kıymetini bilemediğiz şeyler.

Lakin bu sabah küçük bir pürüz oluştu hayatımda. Uyandıktan sonra mısır gevreğim masada kitabımı okurken, tek başıma bir şeyler yapmakta zorlandığımı fark ettim. Etrafımda sürekli bir ses istediğimi, bireysellik ve yalnızlıktan sıkıldığımı, kendi kendime yetememeye başladığımı veyahut başlama ihtimalimi ve aslında yurt hayatının beni kalabalığa nasıl şiddetle alıştırdığını sezinledim. Bu pürüz karşısında çaresizce kendimi ve değişim kavramını sorguluyorum dakikalardır. Değişimden kaçanlar korkaklardır, demiş birileri. Oysa değişmek isteyenler kişiliklerini bir türlü oturtamamış aciz insanlardır bence.

Şu noktada yine kendi paradokslarımı meşrulaştırmak gibi işlevsellikten oldukça uzak eylemler peşinde miyim, yoksa artık gerçekten yiyor muyum kafayı tam kestiremiyorum. Yine de hâlâ evde olmak dolayısıyla oldukça mutluyum. Yeni yıla evimde girecek olmak da açıkçası, oldukça heyecanlandırıyor beni.

İnsanları anlayamıyorum.
Sanırım denemekten de vazgeçtim.

“Winter is the time for comfort, for good food and warmth, for the touch of a friendly hand and for a talk beside the fire: it is the time for home.”

10 Ara 2013

bir demir nasıl paslanır, bir elma nasıl çürürse / işte öyleyim

TIK

Güzel bir şeyler yazayım istiyorum. Hayatımda çok büyük değişiklikler oluyor mesela. Onlarca malzemem var hakkında konuşacak. Ben de şurayı açayım, böyle oturup saatlerce yazayım çizeyim, sonra çok beğeneyim falan istiyorum. Ama aslında şöyle oluyor: Burayı açıyorum, eski birkaç yazımı okuyup dertleniyorum. Birkaç kelime karalayıp ne rezil bir yeteneksiz olduğumu düşünüyor ve çarpıya basıyorum.

Böyle olmasın aslında. Ben harika manzaralı bir yerde yaşıyorken mesela, her gün kalkıp deniz kenarında koşayım. Böyle soğuk falan umrumda olmasın, 'karşımda deniz var ve mutluyum' olsun. Her sabah deniz manzaralı sınıfımda karşıdaki harap kulübeye bakıp balıkçı olduğumu, gece gündüz içip şiir yazdığımı falan hayal edeyim mesela. 'Eve ne zaman gidiyoduk yaaaa?' demeyeyim onun yerine. Bu kadar duygusal olacaksam, bu kadar bağlanıyorsam eğer mekanlara -yani amaçlara, insanlara değil de mekanlara- bağlanıyorsam zira, bir işe yarasın ve ortaya bir şeyler çıkarayım. Mahrum kalmasın insanlar bu duygulardan. Var olduklarını bildiğim şeyleri paylaşmaktan aciz olmayayım ben.

Daha mutlu olmakla, huzurla, sevinçle, heyecanla falan ilgili değil bahsettiklerim. Yetmekle ilgili. Kendine yetebilmekle, dünyaya yetebilmekle, 'ne yapıyorum ben?' sorusuyla ilgili. 'Eskiden böyle değildim ben, yapıyordum bir şeyler' demeyecek durumda olabilmekle ilgili. Kendini tatmin edebilmekle ilgili yani. Zevk aldığın bir şeyler yapmak ve bu şeylerin sana, başkalarına kattığı değerlerle ilgili. Kıssadan hissem şu ki; boş beleş yaşıyor olmamla ilgili her şey, 'elimde fırsat olsa böyle olmazdı' dediğim eski anlarla ve yaşadığım hayalkırıklıklarıyla ilgili.

Yıllardır yapmak istediğim çok şey var sevgili bloggerlar. Hep İstanbul'da tek başıma yaşayayım istedim. Canım sıkılınca tek başıma vapura binip martıları izleyeyim istedim. Yolda yürürken çok sevdiğim bir sanatçı göreyim ve birden dünyanın en mutlu insanı olayım istedim. Tiyatrolara, konserlere gideyim, arkadaşlarımla Nevizade'de içerken ne kadar bağırdığımı fark etmeden şarkı söyleyeyim istedim. Ailemden uzakta kalmak istedim mi hiç, bilmiyorum. İstediysem de birkaç günlüğüne istemişimdir eminim, bu konuda eski Nazlı'yla çelişmiyoruz neyse ki. Mesela geçen yıl bu yıl olduğundan daha az zamanım vardı senfonilere gitmeye, ya da çıkıp kuzenlerimle oyunlar izlemeye. Ama o zamankiler bugünkülerden daha anlamlı geliyordu bana. Yani mesela geçen gün biletix'i karıştırırken İstanbul'da yapacak hiçbir şey bulamadım ve Adana'daki etkinliklere baktım. Tesadüfen Fazıl Say'ın dinletisini buldum 24 Aralık'ta ve annemi aradım gidelim diye. Yani aslında Fazıl Say'ı İstanbul'da başkalarıyla izlemek o kadar anlamlı olmazdı, çünkü yanımdakine bakıp bir şeyler düşleyebilmem gerekirdi. Ben düş kuramıyorum burada. İstanbul düşlerimin var olduğu yer değilmiş meğer. İstanbul bir heves sadece, beni çekip içine hapsetmesinden oldukça korktuğum bir heves.

Her neyse. 11. sınıftayken üniversitede münazara yapmak en büyük hayalimdi nerdeyse. Bu haftasonu turnuvam var ve ben resmen gitmeye üşeniyorum. Demem o ki, hayaller sadece hayallerken çok daha güzellerdi. Ne zaman ki gerçek olmasına dair umutlarımız, inançlarımız oldu; biz o zaman büyüdük aslında. Biz büyüdükçe de küçüldü hayallerimiz. Hayallerimin kıymetini bilmeyen bir kız değildim ben. Kendime kız derken utanıyorum artık, bu da başka bir mesele. İnsanlar nasıl 'bayan' demekten utanmıyorlar peki? (Şu an 1 Mayıs Marşı dinliyorum, bu da zaten bambaşka bir kafa.) Ne diyordum? Hayaller vs Büyümek. İngilizcemin sene sonunda tavan yapacağını umduğum bir dönemden geçiyorum. Kitaplar okumak, diziler filmler izlemek istiyorum aslında; lakin hiçbirini yapmıyorum. Essaylerimi yazarken 'bitse de gitsem' diyorum hatta. Bir şeylere önem verdiğim günler çok eskide kalmış gibi. Yani geçen yıl -YA SADECE GEÇEN YIL, on yıl yirmi yıl önce falan değil hani- sınav stresimin ortasında dil okuduğu için dizi izleyerek ya da müzik dinleyerek ders çalışan insanlara imrenirdim. Şimdi aynı şey benim elimde, dil öğrenmeye bayılıyorum güya, ama hiç değer vermiyorum. Evimden, tanıdığım ortamdan uzakta oluşuma bağlıyordum hep bunları. Ama hayır, bence sadece şımarıklık yapıyorum ve düzeltemiyorum ve bu durum gerçekten canımı sıkıyor. Sizinkini de sıkıyorum. Neyse.

Bu kadar yetersiz, düşündüğüm kadar loser olmadığımı gösterecek, beni gücümün farkına vardıracak somut şeylere ihtiyacım var. Benimse twitterım falan açık. Öyle. Babamı özledim kocaman. Evimi, odamı özledim. Okulumu özledim. Dershanemi, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı özledim. Üniversite diye hayal ettiğim şey bu muydu, diye soracağım kendime; ama aslında beklentilerimi yüksek de tutmadım ki ben. Neden mutsuz hissediyorum yani? Elimde imkanlar varken hiçbir şey yapmadığım için kızıyorum sanırım kendime. Buldum, bunuyorum durumu aslında. Yani şimdi dışarı çıkıp denizin sesini dinleyerek kitap okusam, rüzgar atkımın arasından göğsüme değecek olsa ve botlarım kumların arasında zorlanarak hareket etse... Bilmiyorum, belki bir fotoğraf çeksem yarın sabah denizin üç rengini içinde barındıran ya da eski sokaklarında dolaşsam İstanbul'un ve hediyeler alsam sevdiğim insanlara.. Çünkü uzakta da olsalar sevdiklerim yanımda. Bana amaçlardan ve umutlardan bahseden sevdiklerim hep buralarda. Üstelik 10 gün sonra dönüyorum evime ve bu bile burda olduğum süre boyunca yaptığım her şeyden çok daha fazla mutlu ediyor beni tek başına. Bu işte bir sorun var gülüşmemiz gereken ve ben birlikte gülüşecek pek insan bulamıyorum etrafımda. 'Balbay tahliye edilmiş' diye bağırıyorum odada ve 'O kim?' cevapları alıyorum karşılığında. Evdeyken, yani kendine ait büyük bir habitatın varken fark edilmemek o kadar koymuyor sanırım. Kendi kendime yeterim zırvaları sadece huzurlu olduğunuz yerlerde sevgili bloggerlar. Bir 18 yaş tecrübesi bu da.

Bana azıcık tatlı fikirlerle gelsenize. 'Ben de yaşadım bunları yaa seninki de laf mı? Bak daha neler olacak ehehe' demeden ama. Küçük tavsiyeler, hediye paketleri tadında mutluluklar istiyorum sizden. Aralık yılın en güzel ayı olabilir oysaki ama ben hissedemiyorum. Yeterli olabilmem için, kendime güvenebilmem için, eski Nazlı'yı tamamen kaybetmemek için... Ne yapmam gerekiyor?

9 Ara 2013

unutmak, unutmak

İnsanoğlu unutkandır diyorlar. 

Yere göğe sığdıramadıkları milletlerinin yaptığı şerefsizlikleri unutur, illiyet bağından yoksunca taparlar aslında var olmayan sıfatlara. Savaşa ölmeye gönderilmiş canları unutur, savaş çığırtkanlıkları yapmaya devam ederler korkusuzca. Kendilerine yapılan iyilikleri unutur, yeri gelince atarlar bedenlerini ortaya. 'Benim, hep benim!' diye bağırırlar ulu orta. Verdikleri sözleri unutur, dürüstlüklerine laf söylemeye kalkanı asarlar akıllarında.

İnsanoğlu unutkandır diyorlar. 

İlaç saatlerini, yetiştirilmesi gereken işleri, özel günleri, haksızlığa uğramışları, uğratanları... İnsanoğlu unutur. Unutur hep işine gelmeyeni. Fark etmeden, yaşamayı da unutur sonra. Yıllar geçer, yaptığı tek şeyin amaçsızca nefes almak olduğunu idrak eder ve belki, belki üzülür boşa geçen yıllarına.

Amaçsızca yaşıyorum.
Yetersizce yaşıyorum.
Yetemiyorum dünyaya.

İnsanoğlu unutkandır diyorlar. 

Özlemek, özlemek?! Özlemek de unutulur mu yeterince insan olursan? Büyüdükçe özleyecek daha çok şeyin oluyor diye mi özlüyorsun daha fazla, yoksa yetmiyor muydu küçük aklın özlem kelimesinin anlamını kavramaya?

İnsanoğlu unutkandır diyorlar. Diyorlar ya; unutmaksa yaşamanın en kolayı, ne diye hatırlıyorum her şeyi inatla? Düşünebilmek, hatırlayabilmek, kavrayabilmek... Rezalet ötesi şeyler bunlar insana bahşedilen. İnsanoğluna kızıp durmayı bırakmalı, kızdığın kişi aynaya bakınca göreceğin aslında. Hayatta kalabilmenin yolu unutmaksa, unutuyor işte insan da. Belki de seviyor yaşamayı, hayatın tadına bakabilmek için mecbur kalıyor unutmaya.

Ah bir itiraf edebilsem, kıskanıyorum düşünmeden yaşayanları diyebilsem... Yok, illa dürüst olmalı. Ama hayır! Yaşamalı.... Nasıl yaşıyordunuz siz, hatırlatsanız ya bana.