27 Ara 2013

is it possible for home to be a person and not a place?

TIK
Babama yine kargo geldi. Neyi,
nereye sığdıracağımız hakkında
artık en ufak fikrimiz yok.

Bugün evimdeki 6. günüm. Kendi odanda uyandıktan sonra, boş evin tadını oturma odasında televizyon karşısında kahvaltı yaparken çıkarabilmek dünyanın en büyük lüksü olsa gerek.
Öğlen kendi yemeğini pişirip onu kitap okurken yayıla yayıla yiyebilmek bir de. Akşam evin fertleri teşrif ettiğindeyse güzel bir film koyup televizyona, çayını yudumlarken koltukta sızmak ve de. Bunlar bence sahip olduğumuz en değerli şeyler ve ne yazık ki -kendimi tenzih ediyorum- kaybetmeden kıymetini bilemediğiz şeyler.

Lakin bu sabah küçük bir pürüz oluştu hayatımda. Uyandıktan sonra mısır gevreğim masada kitabımı okurken, tek başıma bir şeyler yapmakta zorlandığımı fark ettim. Etrafımda sürekli bir ses istediğimi, bireysellik ve yalnızlıktan sıkıldığımı, kendi kendime yetememeye başladığımı veyahut başlama ihtimalimi ve aslında yurt hayatının beni kalabalığa nasıl şiddetle alıştırdığını sezinledim. Bu pürüz karşısında çaresizce kendimi ve değişim kavramını sorguluyorum dakikalardır. Değişimden kaçanlar korkaklardır, demiş birileri. Oysa değişmek isteyenler kişiliklerini bir türlü oturtamamış aciz insanlardır bence.

Şu noktada yine kendi paradokslarımı meşrulaştırmak gibi işlevsellikten oldukça uzak eylemler peşinde miyim, yoksa artık gerçekten yiyor muyum kafayı tam kestiremiyorum. Yine de hâlâ evde olmak dolayısıyla oldukça mutluyum. Yeni yıla evimde girecek olmak da açıkçası, oldukça heyecanlandırıyor beni.

İnsanları anlayamıyorum.
Sanırım denemekten de vazgeçtim.

“Winter is the time for comfort, for good food and warmth, for the touch of a friendly hand and for a talk beside the fire: it is the time for home.”

10 Ara 2013

bir demir nasıl paslanır, bir elma nasıl çürürse / işte öyleyim

TIK

Güzel bir şeyler yazayım istiyorum. Hayatımda çok büyük değişiklikler oluyor mesela. Onlarca malzemem var hakkında konuşacak. Ben de şurayı açayım, böyle oturup saatlerce yazayım çizeyim, sonra çok beğeneyim falan istiyorum. Ama aslında şöyle oluyor: Burayı açıyorum, eski birkaç yazımı okuyup dertleniyorum. Birkaç kelime karalayıp ne rezil bir yeteneksiz olduğumu düşünüyor ve çarpıya basıyorum.

Böyle olmasın aslında. Ben harika manzaralı bir yerde yaşıyorken mesela, her gün kalkıp deniz kenarında koşayım. Böyle soğuk falan umrumda olmasın, 'karşımda deniz var ve mutluyum' olsun. Her sabah deniz manzaralı sınıfımda karşıdaki harap kulübeye bakıp balıkçı olduğumu, gece gündüz içip şiir yazdığımı falan hayal edeyim mesela. 'Eve ne zaman gidiyoduk yaaaa?' demeyeyim onun yerine. Bu kadar duygusal olacaksam, bu kadar bağlanıyorsam eğer mekanlara -yani amaçlara, insanlara değil de mekanlara- bağlanıyorsam zira, bir işe yarasın ve ortaya bir şeyler çıkarayım. Mahrum kalmasın insanlar bu duygulardan. Var olduklarını bildiğim şeyleri paylaşmaktan aciz olmayayım ben.

Daha mutlu olmakla, huzurla, sevinçle, heyecanla falan ilgili değil bahsettiklerim. Yetmekle ilgili. Kendine yetebilmekle, dünyaya yetebilmekle, 'ne yapıyorum ben?' sorusuyla ilgili. 'Eskiden böyle değildim ben, yapıyordum bir şeyler' demeyecek durumda olabilmekle ilgili. Kendini tatmin edebilmekle ilgili yani. Zevk aldığın bir şeyler yapmak ve bu şeylerin sana, başkalarına kattığı değerlerle ilgili. Kıssadan hissem şu ki; boş beleş yaşıyor olmamla ilgili her şey, 'elimde fırsat olsa böyle olmazdı' dediğim eski anlarla ve yaşadığım hayalkırıklıklarıyla ilgili.

Yıllardır yapmak istediğim çok şey var sevgili bloggerlar. Hep İstanbul'da tek başıma yaşayayım istedim. Canım sıkılınca tek başıma vapura binip martıları izleyeyim istedim. Yolda yürürken çok sevdiğim bir sanatçı göreyim ve birden dünyanın en mutlu insanı olayım istedim. Tiyatrolara, konserlere gideyim, arkadaşlarımla Nevizade'de içerken ne kadar bağırdığımı fark etmeden şarkı söyleyeyim istedim. Ailemden uzakta kalmak istedim mi hiç, bilmiyorum. İstediysem de birkaç günlüğüne istemişimdir eminim, bu konuda eski Nazlı'yla çelişmiyoruz neyse ki. Mesela geçen yıl bu yıl olduğundan daha az zamanım vardı senfonilere gitmeye, ya da çıkıp kuzenlerimle oyunlar izlemeye. Ama o zamankiler bugünkülerden daha anlamlı geliyordu bana. Yani mesela geçen gün biletix'i karıştırırken İstanbul'da yapacak hiçbir şey bulamadım ve Adana'daki etkinliklere baktım. Tesadüfen Fazıl Say'ın dinletisini buldum 24 Aralık'ta ve annemi aradım gidelim diye. Yani aslında Fazıl Say'ı İstanbul'da başkalarıyla izlemek o kadar anlamlı olmazdı, çünkü yanımdakine bakıp bir şeyler düşleyebilmem gerekirdi. Ben düş kuramıyorum burada. İstanbul düşlerimin var olduğu yer değilmiş meğer. İstanbul bir heves sadece, beni çekip içine hapsetmesinden oldukça korktuğum bir heves.

Her neyse. 11. sınıftayken üniversitede münazara yapmak en büyük hayalimdi nerdeyse. Bu haftasonu turnuvam var ve ben resmen gitmeye üşeniyorum. Demem o ki, hayaller sadece hayallerken çok daha güzellerdi. Ne zaman ki gerçek olmasına dair umutlarımız, inançlarımız oldu; biz o zaman büyüdük aslında. Biz büyüdükçe de küçüldü hayallerimiz. Hayallerimin kıymetini bilmeyen bir kız değildim ben. Kendime kız derken utanıyorum artık, bu da başka bir mesele. İnsanlar nasıl 'bayan' demekten utanmıyorlar peki? (Şu an 1 Mayıs Marşı dinliyorum, bu da zaten bambaşka bir kafa.) Ne diyordum? Hayaller vs Büyümek. İngilizcemin sene sonunda tavan yapacağını umduğum bir dönemden geçiyorum. Kitaplar okumak, diziler filmler izlemek istiyorum aslında; lakin hiçbirini yapmıyorum. Essaylerimi yazarken 'bitse de gitsem' diyorum hatta. Bir şeylere önem verdiğim günler çok eskide kalmış gibi. Yani geçen yıl -YA SADECE GEÇEN YIL, on yıl yirmi yıl önce falan değil hani- sınav stresimin ortasında dil okuduğu için dizi izleyerek ya da müzik dinleyerek ders çalışan insanlara imrenirdim. Şimdi aynı şey benim elimde, dil öğrenmeye bayılıyorum güya, ama hiç değer vermiyorum. Evimden, tanıdığım ortamdan uzakta oluşuma bağlıyordum hep bunları. Ama hayır, bence sadece şımarıklık yapıyorum ve düzeltemiyorum ve bu durum gerçekten canımı sıkıyor. Sizinkini de sıkıyorum. Neyse.

Bu kadar yetersiz, düşündüğüm kadar loser olmadığımı gösterecek, beni gücümün farkına vardıracak somut şeylere ihtiyacım var. Benimse twitterım falan açık. Öyle. Babamı özledim kocaman. Evimi, odamı özledim. Okulumu özledim. Dershanemi, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı özledim. Üniversite diye hayal ettiğim şey bu muydu, diye soracağım kendime; ama aslında beklentilerimi yüksek de tutmadım ki ben. Neden mutsuz hissediyorum yani? Elimde imkanlar varken hiçbir şey yapmadığım için kızıyorum sanırım kendime. Buldum, bunuyorum durumu aslında. Yani şimdi dışarı çıkıp denizin sesini dinleyerek kitap okusam, rüzgar atkımın arasından göğsüme değecek olsa ve botlarım kumların arasında zorlanarak hareket etse... Bilmiyorum, belki bir fotoğraf çeksem yarın sabah denizin üç rengini içinde barındıran ya da eski sokaklarında dolaşsam İstanbul'un ve hediyeler alsam sevdiğim insanlara.. Çünkü uzakta da olsalar sevdiklerim yanımda. Bana amaçlardan ve umutlardan bahseden sevdiklerim hep buralarda. Üstelik 10 gün sonra dönüyorum evime ve bu bile burda olduğum süre boyunca yaptığım her şeyden çok daha fazla mutlu ediyor beni tek başına. Bu işte bir sorun var gülüşmemiz gereken ve ben birlikte gülüşecek pek insan bulamıyorum etrafımda. 'Balbay tahliye edilmiş' diye bağırıyorum odada ve 'O kim?' cevapları alıyorum karşılığında. Evdeyken, yani kendine ait büyük bir habitatın varken fark edilmemek o kadar koymuyor sanırım. Kendi kendime yeterim zırvaları sadece huzurlu olduğunuz yerlerde sevgili bloggerlar. Bir 18 yaş tecrübesi bu da.

Bana azıcık tatlı fikirlerle gelsenize. 'Ben de yaşadım bunları yaa seninki de laf mı? Bak daha neler olacak ehehe' demeden ama. Küçük tavsiyeler, hediye paketleri tadında mutluluklar istiyorum sizden. Aralık yılın en güzel ayı olabilir oysaki ama ben hissedemiyorum. Yeterli olabilmem için, kendime güvenebilmem için, eski Nazlı'yı tamamen kaybetmemek için... Ne yapmam gerekiyor?

9 Ara 2013

unutmak, unutmak

İnsanoğlu unutkandır diyorlar. 

Yere göğe sığdıramadıkları milletlerinin yaptığı şerefsizlikleri unutur, illiyet bağından yoksunca taparlar aslında var olmayan sıfatlara. Savaşa ölmeye gönderilmiş canları unutur, savaş çığırtkanlıkları yapmaya devam ederler korkusuzca. Kendilerine yapılan iyilikleri unutur, yeri gelince atarlar bedenlerini ortaya. 'Benim, hep benim!' diye bağırırlar ulu orta. Verdikleri sözleri unutur, dürüstlüklerine laf söylemeye kalkanı asarlar akıllarında.

İnsanoğlu unutkandır diyorlar. 

İlaç saatlerini, yetiştirilmesi gereken işleri, özel günleri, haksızlığa uğramışları, uğratanları... İnsanoğlu unutur. Unutur hep işine gelmeyeni. Fark etmeden, yaşamayı da unutur sonra. Yıllar geçer, yaptığı tek şeyin amaçsızca nefes almak olduğunu idrak eder ve belki, belki üzülür boşa geçen yıllarına.

Amaçsızca yaşıyorum.
Yetersizce yaşıyorum.
Yetemiyorum dünyaya.

İnsanoğlu unutkandır diyorlar. 

Özlemek, özlemek?! Özlemek de unutulur mu yeterince insan olursan? Büyüdükçe özleyecek daha çok şeyin oluyor diye mi özlüyorsun daha fazla, yoksa yetmiyor muydu küçük aklın özlem kelimesinin anlamını kavramaya?

İnsanoğlu unutkandır diyorlar. Diyorlar ya; unutmaksa yaşamanın en kolayı, ne diye hatırlıyorum her şeyi inatla? Düşünebilmek, hatırlayabilmek, kavrayabilmek... Rezalet ötesi şeyler bunlar insana bahşedilen. İnsanoğluna kızıp durmayı bırakmalı, kızdığın kişi aynaya bakınca göreceğin aslında. Hayatta kalabilmenin yolu unutmaksa, unutuyor işte insan da. Belki de seviyor yaşamayı, hayatın tadına bakabilmek için mecbur kalıyor unutmaya.

Ah bir itiraf edebilsem, kıskanıyorum düşünmeden yaşayanları diyebilsem... Yok, illa dürüst olmalı. Ama hayır! Yaşamalı.... Nasıl yaşıyordunuz siz, hatırlatsanız ya bana.

15 Kas 2013

Büyümek de-

Şimdi şöyle şeyler oluyor hayatımda. Aklıma bir şey geliyor ve üç saniye içinde gidiyor. Ben onu aramaya çıkınca zihnimde, aklıma başka bir şey geliveriyor ve huzursuzlukla kaplanıyor her yerim. Bekliyorum. Üç saniye, beş saniye, on saniye... Derken dakikalar, saatler geçiyor; o salak hisler geçmiyor. Herkes eski Nazlı'yı özlerken ben de bu yeni Nazlı'ya bayılmıyorum doğrusu. O kadar çok çabalıyorum ki bazen, gerçekten çabalarken kendimi öldürecekmişim gibi hissediyorum. Alışmak dünyadaki en zor şey. Alışkanlıksa en huzurlusu var olanların. Lakin alışınca her şey daha güzel oluyor demek de doğru gelmiyor. Hep kolaya kaçmak çünkü alışmaya çalışmak. Kolaya kaçan biri değildim ki ben, zoru seçtim hep. Büyüdükçe değişmek nefret edilesi işte, bu farklılıkların hepsi bu zorunluluktan ileri geliyor. Değişimi istemezken değişmek zorunda olmak, büyümeyi istemezken büyümek zorunda olmak... Dünya ne şerefsiz, zaman ne acımasız. Kendi Neverland'imi kurup orada hep kocaman mutlu yaşamak varken ben tek başıma ayakta kalmayı başarmam gerektiğine inandırılmaya çalışılıyorum. Cümle kuramıyorum artık. Mutluyken yazılmaz diyorlar; ama inanın mutsuzken de yazılmıyor. Mutsuz olacaksam da evimde yaşayayım istiyorum o mutsuzluğu. Bilmediğim, sevmediğim yerlerde değil. Sevmiyorum bugünlerde hiçbir şeyi. Sevmek istiyor muyum onu da bilmiyorum. Tek dileğim şimdilerde, yavaş yavaş geriye gitsin hayatım. Hep imkansız şeyler dilemiyorum aslında, sadece imkanım olduğunda. Bir de bazen mecbur kalıyorum. Mecbur kalınca kıpırdamak da şerefsizlik işte. Şerefsiz oluyorum ben şimdi, di mi? Uyuyorum, bazen sabaha daha mutlu uyanıyorum. Çünkü sabahları kahvaltı oluyor. Ve çay. Eski Nazlı'yı çok özlüyorum. Geçiyor diyorlar, büyüyünce geçiyor. Büyümek de- Büyümek de geçiyor mu, sen büyüdüğünde?

3 Eki 2013

0310

Yeni yerler hep korkutucudur. 50 yaşına geldiğimde de bu fikrin savunucusu olacağımı az çok biliyor olduğumdan oldukça rahat konuşacağım.  Yeni yerler hep korkutucudur.  İnsanlar değişimi, değişmekten ziyade değişim fikrini sevdiklerini söyleyip dururlar ya, insan çok yalancı bir şey bence. İnsan çok şerefsiz.

'Nerelisin?' sorusuna verilecek en güzel, en samimi cevabın 'Nereyi özlüyorsam oralıyım' olmasına karar verdim birkaç gün önce. Sonra da fark ettim ki 18 yıllık hafızam ve içine aldığı her yer, her şey beni oralı yapmaya yetmiş. Aklımın bir köşesinde kalmış en saçma mekan bile çağırıyor şimdi beni. 'Gel bana' diyor, 'Bırak şimdi bulunduğun o kasvetli yeri ve bana gel.' Lakin mekanları var eden zihnim yıllar sonra burası için de sevgi dolu sözler sarf edeceğini henüz bilmiyor.

Bahsetmeye çalıştığım şey aidiyet duygusu. Bir yere ait olduğunu bilmenin seni ne kadar huzurlu ve rahat yaptığını anlatmaya çalışıyorum. Biliyorum ki doğru sözcükler seçemiyorum, asla seçemedim; beni anlayabiliyor olduğunu umut ediyorum. Çünkü beni ben anlayamıyorum. Farklılıklar nasıl oluyor da insanları bu kadar heyecanlandırıyor mesela? Çünkü bence hala hayattaki en gerçek şey geçmiş ve ben gitsem de, kalsam da, yapsam da, ölsem de geçmiş hep orda biliyorum.  Ah, biliyorum, biliyorum... Hiçbir şeyin gitmemesini istemek, hep bir yere, ama tek bir yere tutunmaya çalışmak çok sağlıksız, biliyorum. Hep kendi hayatımın figüranı olmak istiyorum. Başrol için yaratılmamış olduğumu çok fazla kafaya takıyorum. Bu hisler beni bir gün delirtecek, görebiliyorum.

Bir şeylerden hep kaçıyorum. Göstermemeye çalışıyorum gerçi; ama görüyor musun bilmiyorum. Dilerim beni yanlış tanımıyorsun. Elimden geleni de yapıyorum çünkü. Bunu bilmiyorsun mesela, daha az zorlanmaya başladığım günler oluyor. Sonra bir yerde yoruluyor,  pembe çizgili nevresimime kafamı gömüyor ve özlemeye kaldığım yerden devam ediyorum. Evet, malesef bazen pes ediyorum. Beni böyle tanıman gerçekten yaralıyor beni; oysa ben hissizleşmeyi öğreniyorum ve ortada bir sorun kalmıyor.  Bazen gerçekten çuvallıyorum anlayacağın. Hala büyüyeceğim günü bekliyorum ya heyecandan çok korkuyla, en saçması da bu geliyor bazen. Yoruluyorum. Düşüyorum. Bazen kalkmak istiyor, kendimde güç bulamıyorum. Bazense yeltenmiyorum bile kalkmaya. Yerde olmak güzel geliyor çünkü, üstüne bassalar dahi görmüyorlar seni. Yok olmak istedikçe yok olabiliyorsun, aklında tut bunu. Ama hiç isteme olur mu, hep var olduğunu bileyim. Bana bir sen iyi geliyorsun çünkü.

25 Ağu 2013

kocaman kocaman yazı 2

Boş sayfa burda bir süredir bekliyor. Bir şeyler anlatıyordum en son, devam edeyim dedim; ama ne anlatacağını da azıcık bilmez mi insan! Neyse.

En son Karataş'taydım ve çarşamba sabahı eve döndüm diyordum. O çarşamba 3 Temmuz'un çarşambasıydı. Bir haftayı anlatmam bir sayfa sürdü geçen sefer, evet. Korkmayın çünkü ağustosun 25'ine gelmem çok daha kısa sürecek. Şöyle ki:

Temmuz'un 3'ünde eve geldiğimde annem Antalya'daydı. Sonra biz yaklaşık bir 10 gün babamla yaşadık. Hatta ben o 10 gün babamdan başkasının suratını görmedim çünkü sanırım evden hiç çıkmadım. (sonradan ekleme: bir kere dershaneye, bir kere okula gittim sanırım.) Depresyonda değildim hayır. Sadece bir yıl boyunca boşluk diye ağlamışken boşluğu bulunca da kaçıramadım.

8'inde tercihlerim başlıyordu. Benim ilk tercihim de belliydi gerçi ama- Aman neyse buralara hiç girmeyeceğim. 13'ünün sabahı İstanbul'a uçtuk babamla. Annem de Antalya'dan geldi. Yaklaşık bir 3 gün üniversiteleri gezdik. Tercihim değişmedi gerçi; ama güzel bir değişiklik oldu. Sonra yanlışlıkla eylemlerin arasında kaldık. Beyoğlu Öğretmenevi'nde kalıyorduk çünkü ve her gün İstiklal'i mecburen birkaç kez turluyorduk. Taksim'de baret ve maske satarak geçinen bir kitle oluşmuş, bunu dikkate değer buldum. Bir de bir çevik kuvveti 'sık bakalııııım' diye şarkı söylerken yakaladım İstiklal girişinde. Komik bence. Konumuz bu değil.

Adana'ya döndüm, 6 tercih yaptım. Tercihlerin kapanmasına saatler kala ilk iki tercihim kendi arasında yer değiştirdi. Yıl boyunca bir kez bile adını anmadığım bir bölüme gidiyorum. Hep iki seçenek arasında sürükleniyor ve hep son anda karar değiştiriyorum. Yıllardır böyle bu. Hiç de pişman olmadım şimdiye kadar. Bu sefer de olmayacağım zaten. 10 yıl sonramı net bir şekilde göremiyorum. Ama birkaç seçeneğim var sanırım, korkmayıp birinin peşinden sonuna kadar gitmeyi umuyorum.

Ah, hayatımın şekillenmeye başlaması gerçekten çok iğrenç. "Üniversite ühühühühü büyüyoz olamaz :(((((" demeyeceğim bu sefer. Gerek yok çünkü. Sadece İstanbul'un gözümü devasa ölçüde korkuttuğundan bahsetmek istiyorum. Bu konuyu da öyle çok konuştuk ki etrafımdakilerle, tekrar üstünden geçmeyi de pek istemiyorum. Alışacağım sanırım. Şimdilik tek derdim yurttaki oda arkadaşlarımla anlaşabilip anlaşamayacağım. Tek çocuk olmamın burda aleyhime bir etki göstereceğinden ve ilk günden son güne kadar 'evimi özlediiiiğm, ANNEEEEĞY' diye mızmızlanacağımdan azıcık korkuyor olsam da hangi arkadaşımla konuştuysam hepsinin aynı durumda oluşu içime oldukça su serpiyor.

Üniversiteyi bir kenara bırakalım. İstanbul'dan döndükten sonra, yine yaklaşık 10 gün evde takıldım. Bu evde takılışlarımın altı ayrıca çizilecek. Daha sonra.

Temmuz'un 27'sinde Antalya'ya uçtuk bu sefer. Sabahın 6.45'indeki uçakla. 6.45 diye uçak varmış meğer. 6.45, evet. Babamın kontrolleri vardı, o bahaneyle biz de 4 gün tatil yapar gibi olduk. Ama hava öyle sıcaktı ki (ben Adana'da evde oturduğumdan dışarıyı bilmiyorum) otelden dışarı çıkamadık. Sıcak işin bahanesi aslında; çünkü ben Adana'da evde oturduğum totalde 20 günlük zaman diliminde tam bir dizikolik oldum. Dizikolik kelimesi az kalıyor, resmen Türk dizisi manyağı oldum evet. Dizi ismi vererek kendimi rezil veyahut kepaze etmek istemiyorum -babam bu gidişle beni okula almayacakları konusunda bana uyarılarda bulunuyor.- Olsun. Hah işte ben tüm gün otelde oturup televizyon izledim. Sonra da uzunca bir süre dalga konusu oldum. Oysa bunu evdeyken hep birlikte yaptığımızda sorun olmuyor. Sinirlendim bakın! Hiç tatil yapmadık da demeyeyim ama, yüzdük biz aslında :(

Antalya'dan sonra otobüsle Eskişehir'e geçtik. Babaannemin yanına. (YA BEN ŞİMDİ BURDA İLKOKULDAKİ YAZ TATİLİ ANLATMA ÖDEVİMİ YAPIYOMUŞ GİBİ OLMUYOM Dİ Mİ???) Kısa keseyim bari. Hatta canım sıkıldı anlatmıyorum.

Üç gün önce geldik Adana'ya. Hah ben bu sıralar Leyla ile Mecnun'un bitişi nedeniyle 19 inç gözlüklerimle yas tutuyorum. Sinirliydim de ama geçer gibi oldu. Hof hiç bilmiyorum ki.

Birsürü işim var şimdilik. Doğru dürüst başlayamadım. 2'sinde kayıt için gidiyorum. 23'ünde de hazırlık öğrencisi oluyorum sanırım. Bir ara hiç işim olmazsa instagram hesabı açıcam kendime. Açmam belki de, kim bilir. Dizi izlemeyi bırakınca da kendime valiz almaya gideceğim. Hâlâ her an kayıt olmaktan vazgeçebilirim ayrıca.

Anlatacak şeyler daha çoktur eminim; bir ara nasıl olsa gelirim.

Sevgiler.

23 Ağu 2013

kocaman kocaman yazı

Evdeyim. Aslında son yazımı yazarken de evdeydim. Sonra bir süre evde değildim. Girişler konusunda çok başarısızım. Baştan anlatıyorum:

2 ay önce, edebiyat-coğrafya sınavının yapılacağı günün öncesi yazmıştım en son uzun uzun. 'Bitiyor!' diye kendimi de şaşırtarak seviniyordum o sınav öğrenciliğimin son haftalarında. Bir şeyin bitişi hüzün verir bana hep, hiçbir zaman sevinemem anılarımın son buluşuna. Ama seviniyordum o zamanlar, çünkü hayatım özellikle son haftalarda gerçekten çekilmez bir hal almaya başlamıştı. Neyse. Sözün kısası biraz da 'nasıl olsa seneye kalırım' mantığıyla girdim edebiyat sınavına. Mart ayında, YGS'den sonra seneye kalmayı bir haftalığına düşünmeye kalkmıştım ve hayatım o hafta zindan olmuştu bana. Oysa matematik sınavıyla edebiyat sınavı arasındaki o bir haftada seneye kalmak benim için bir ızdıraptan çok bir çözüm, bir kaçış haline gelmişti. En çok da kocaman bir rahatlama. Ne olursa olsun önümde en az 2 ay sürecek bir tatil vardı. Hiçbir şey düşünmeden, hiç olmazsa eylül başına kadar tatil yapacaktım. O sıralar bana verilebilecek en güzel hediyeydi bu. Üniversiteymiş, yeni bir hayatmış, sosyalleşmekmiş, arkadaşlar falan... Hepsi hikaye. Tek ihtiyacım olan şey boşlukmuş. Öyleydi yani.

O 2 aylık süre bugünlerde son buldu. Önümdeyse iki ihtimal var olmalıydı şu an. Ya matematiği batırdığım gibi edebiyatı da batırmış olacak, istediğim yere yerleşemeyecek ve tercih yapmayarak ikinci yılıma kalacaktım. Eylül başında derslere başlayacak, daha sıkı değil de, daha bilinçli çalışacak ve nasıl olsa istediğim yeri o yıl kazanacaktım.

İkinci ihtimalimdeyse şu sıralar yine tatilimi sonlandırmam gerekecekti. (Bu iki durumda da ne yazık ki çok üzücü. Tatil hiç bitmemeliydi.) Matematik bana olduğu gibi herkese zor olduğundan ve ben edebiyatı 'seneye olur seneye' diyerek çok rahat cevapladığımdan sınav çıkışı 'belki' diyebilecektim. Umrumda da olmayacaktı, çünkü Allah aşkına, öyle veya böyle ders çalışmayı bırakabilirdim.

Seneye kalış o zamanlar bir çözümdü evet, ama 8 haftadır falan öyle mutluyum ki, eylülde derslere başlamak gerçekten kaldırabileceğim bir şey olmazmış. O yüzden neyse ki ikinci ihtimal doğrultusunda şekillendi her şey :)

23 Haziran'a tekrar dönmemiz gerekirse, dediğim gibi, sınava oldukça rahat girdim ve beklediğimden daha iyi bir sonuç aldım. Gerçi herkes soruların çok kolay olduğunu söylüyordu ve benim sonucum da bu durumda sağlıklı bir analiz yapmama olanak vermiyordu. Umrumda da değildi çünkü ben BİTTİ HÜLOOOĞĞ modundaydım.

TRT o öğleden sonra soruları yayınlamayı bitirince birden yapacak hiçbir şey kalmadı. 'Nasıl lan ehehe ders çalışmayınca napıyoduk biz?' tarzı 'sınavdan bir gün öncesi sorunsalı' adlı naçarlığa büründüm. (Evet naçar kelimesini kullandım biraz önce.) Aynı sorun sınavlar komple bitince 'sınavdan bir gün sonrası sorunsalı' olarak isim değiştiriyormuş meğer. Neyse ki bu durum kısa sürdü ve ben 'hangi boş işle uğraşsam acaba:))))))' moduna eriştim. Ertesi günü kuzenimin evinde aptal saptal işlerle geçirdik ama bu yazı sayesinde biliyoruz ki boşluk muazzam bir şey.

O hafta nasıl geçti hiç bilmiyorum. Pazartesi kuzenimdeydim evet; ama bir sonraki pazartesiye (sonuçların açıklandığı güne) ne ara, nasıl geldik gerçekten düşündüm ve bulamadım. Hâlâ düşünüyorum. Cık, bulamadım. O pazar yine aynı kuzenimle, dayım ve yengemle yazlığa gittik. Hatta ben evde İnsanlar Alemi izliyordum da öyle bir telefon ettim, 'gidiyor musunuz' diye sormak için, 'çıkıyoruz evden hadi hazır ol' dediler ve ben 12 dakikada falan hazırlandım. Dayımların yazlığı Karataş'ta, Adana'nın en güney ilçesi, bahsetmişimdir önceden. Sonuçların ertesi gün açıklanacağını da adım gibi biliyordum ama işte; nasıl olsa onlar da 3 günlüğüne gidiyorlar, birlikte döneriz tercihlerden önce diyerek gittim onlarla. İyi de yapmışım. Deniz, havuz, güneş... Güzel şeyler bunlar.

Pazartesi sabahı kahvaltıdan sonra Gülce'yle havuza girdik. Bir ara su içmek için eve gelmiştik ve yengem 'açıklanıyomuş saat birde:))))))))))' diyerek yine bir naçarlığa sürükledi beni. O zamanlar fark etmiştim ki zira, aslında kazanamayacak olsam daha çok sevinirdim. Kendimi çok alıştırmıştım çünkü ikinci seneye ve evden ayrılmaya da hiiiiç hazır değildim. Hâlâ da değilim. Neyse işte. Elimde tablet; ÖSYM sitesi, twitter, facebook, hürriyet falan hepsi açık bekliyorum gergin gergin. Saat 13 oluyor. 13.04, 13.09, 13.14 falan. ÖSYM'yi yenileyip duruyoruz, sonra bir arkadaşım tweet atıyor AÇIKLANDI diye, 'hah' diyorum, 'Gülce sen bak.' Gülce açıyor sayfayı, ben resmen titriyorum. Açıyor da, öyle karışık ki sayfa, 'anlamıyorum ben', 'gel sen bak' diyorlar yengemle. Bakıyorum, gülüyorum falan. Tam da hatırlamıyorum noluyor. Annemi arıyorum, o da okuldan açmaya çalışıyor o sıra. 'Tamam bırak' diyorum, 'kaçıncıyım tahmin et eheheh:)))' geyikleri işte. 'Babamı ara, söyle' diyorum. Aramamış, babam arıyor beni 'anneni arıyorsun da beni niye aramıyorsun?' diye trip atıyor. Böyle anlatınca aile trajedisi gibi oldu ama aslında yok öyle bir şey. Benim havamdan geçilmiyor bir süre, balkonda yemek yiyoruz dayımlarla, telefonlar susmuyor işte. Tahmin ettiğim gibi üzülmek falan yok, kendimle gurur duyuyorum, olmayacak dedim güya ama oldu işte. Ne istiyorsam oldu. Yengem benimle uzun bir süre hava attı, sonra popülaritem gitti ve Gülce'yle teras temizledik. Üç kat paspas yaptım :(

Çarşamba sabahı da Adana'ya döndük zaten, küçücük bir tatil yaptım orda. Evimde kocaman devam ettim. Hâlâ anlatacak çok şey var gibi. Gelir yakında devamı.

Sevgiler.

11 Tem 2013

:(

Şöyle söyleyeyim: Tercih dönemi dünyadaki en iğrenç şeymiş. Geç oldu ama öğrendim.
NE YAZACAM LAN BEN? :(

22 Haz 2013

bitiyor!

Bu ekstra sıkıcı yazıyı sonuna kadar okuyacak insan sayısı çok kısıtlı olduğundan asıl söylemek istediğim şeyi buraya da yazıyorum: Bana tatilde yapılacak ufaklı tefekli şeyler söylerseniz, ya da siz genelde neler yapıyorsunuz, onlardan bahsederseniz çok sevineceğim. :)

*

Sınav yılımın teoride bitmesine saatler var. Pratikteyse biteli birkaç gün oluyor sanırım. Evet, bir süredir hakkını vererek çalışmıyorum; ama biliyorum ki elimden geleni yaptım. Sınav ardından bir hüsranla 'HAYAR YETERİNCE ÇALIŞMADIM ONDAN OLMADI ÜHÜHÜ' diyerek etrafımdaki insanların başlarının etini yiyeceğim de ne yazık ki bir gerçek.

Hızlı gittim bir saniye. Evet, sınav yılım bitiyor ve sonu harika olmayacak bile olsa önümde 2 ila 3 aylık bir tatil olacak. Yani, yarın her şey yolunda giderse ne âlâ; ama gitmezse de üzülmeyeceğim çünkü kendimi ikinci yıla alıştıralı baya oluyor. (bir hafta kadar)

Aslına bakarsanız her şey yolunda giderse ve ben kendimi ekimde İstanbul'da bulacak olursam da üzüleceğim, her şey çok ters giderse ve eylülde ders çalışmaya başlayacak olursam da. Şöyle de bir şey var ki, iki durumda da öğrencilik hayatımı askıya alacağım için sevineceğim ve şu an düşündüğüm tek şey bu.

Şu dakikalar itibariyle kendimi ifade etmek isteyişimin asıl sebebiyse yapacak hiçbir şey bulamıyor olmam. Ders çalışmadığım zamanlarda ne yaptığımı unutmuşum, bunu fark edişim de geçen hafta cumartesi sabah saatlerine denk geliyor. Aslında 23 Mart'ta da (ygs'den bir gün önce) fütursuzca dolanıp durmuştum tüm gün evde. Böyle söyleyince komik evet; lakin şu eğitim sisteminin gerzoluğu karşısında akıl sağlığımı koruyabilmiş olmam da takdire şayan bence.

Ne diyordum? Cumartesi günü yapacak hiçbir şey bulamadım. Ertesi gün lys'lerin ikinci oturumu olan matematik-geometri sınavı vardı (buraya iki defa küfür yazıp sildim), benim ders çalışmayı bırakmış olmam gerekiyordu, ki çalışmama gerek de yoktu çünkü ben cuma akşamı 2012 yılının sorularını çözüp 50 matematik sorusundan 47 doğru, 30 geometriden de resmen 30 doğru yapmıştım (oha bana) ve pazar gününden beklentim de bu yönlerdeydi. Biraz önce size 80 sorudan 76 küsür netimle hava attım ve pazar günü de havamı aldım. Evet, aynen böyle oldu.

Pazar günü sınav esnasında hayatımın en boktan dakikalarımı geçirdim, böyle de net iddia ediyorum. O soruları hazırlayan zihniyeti çıkarsaydım da 75 dakika verip 'al sana 50 matematik sorusu, çöz bakalım:)))' deseydim kaç tanesini çözebilecekti, hakikaten merak ediyorum. Zira her sınavdan sonra Türkiye'nin seçilmiş 3-5 lisesinden toplama öğrencileri çıkartıp televizyondan 'ÇOK KOLAYDI' dedirtmeyi bilen yetkili abilerimiz, ablalarımız bu sefer SORULARI ÇÖZEMEDİ. Yine çok net iddia ediyorum ki o adamlara cevap anahtarı çıkarılıp verilmemiş olsaydı o soruları nah çözerlerdi. Nitekim de 'cevaptan giderek söylüyorum ki A seçeneğini yerine yazarsanız çıkıyor' tarzı cümlelerle soru anlattılar bana.

Yazıya başlarken niyetim lys1'e hakaretler ederek sizi sıkmak değildi, fakat başladım ve duramıyorum. Affınıza sığınarak devam ediyor ve şu soruyu 2 dakika içinde okuyup, anlayıp, işlem yapıp sonucu bulacak birini arıyorum. Çünkü bulursam şikayet etmeyi kesicem ama yemin ederim ki ben hiçbir şey anlamadım :(


Sanırım kendisi max-min sorusu. Ama ben hayatımda hiç böyle max-min problemi görmedim lan. Son bir ay boyunca integral çalışıp sınavdaki integrallere dokunamadan sınavdan çıktım. 40-50 arasına üç dakika içinde baktım, çünkü integral ve türevleri okuyup anlayacağım derken kaybedeceğim vakitle başa dönüp polinom sorusunu çözebilirdim. Öyle de yaptım, çözdüm polinomu heyyo ama soruyu iptal ettiler. Gel de sinirlenme sonra. Zaten sınavın yarısından sonra bir hıçkıra hıçkıra ağlama isteğidir geldi ve günün ilerleyen zamanlarında da hiç geçmedi. İşin kötüsü ben soruları çözememeye başlayınca o beyin çalışmayı zaten bıraktı. Nasıl olsa çözemiyor dedi sanırım, ne bileyim. Zor olduklarının da farkında değildim ben, gerizekalı olduğumu düşündüm uzunca bir süre. Meğer zormuş, ondan çözememişim. Hayır bir de 75 dakika dolunca matematik kitapçığını elimizden aldılar, dört dakika içinde geometriye başlattılar ya... Ulan şerefsiz ben zaten tir tir titriyorum bi bok yapamamışım, kaç boşum var onu bile bilmiyorum, sen karşımda 'BAŞLAYABİLİRSİNİZ ARKADAŞLAR:)))' diyosun. O bir saat nasıl geçti geometride, ne yaptım, nasıl yaptım, niye yaptım, HİÇ bilmiyorum. İşte o dakikalarda yaklaşık olarak 12 yaş attım ben. Şu gelişememişlik mevzuları var ya hani, Türkiye'de ortalama ömür 63 yılken Japonya'da 80lerde ya hani. Hah, bu yüzden işte. Biz sinirden, stresten her fırsatta içimizde yaşlanıp duruyoruz. Sonra da yaşayamadan ölüyoruz.

Çok isyankarım, atlatmıştım oysaki ama yazmaya başlayınca sinirlendim. Ergenim ya üstelik, o da etkili. Neyse. Diyeceğim o ki, hepimizin emeklerini yerle bir eden gereksiz bir sınavdı. Ne gerektiği gibi eleme işlemini yapabildi, ne de insanların içinde diğer lys'lere çalışacak istek bıraktı. Resmen yapmışlardı ama olmamıştı. Tabii ki önemli olan sıralama ve beni şu an devam etmeye iten tek şey de herkesin sınavının rezalet geçmiş olması. 

Konumuz bu değildi ki zaten. Çok zırvaladım sınav sınav diye. Bitsin söz konuşmayacağım bir daha. (yalan söylüyor)

Bugün fen ayağı vardı lys'lerin. Sayısalı bırakalı iki yıl olmuş, ama bu arada hâlâ fen dersleri görmüş benim için bile yapılabilitesi olan sorulardı, zira ortalama bir net çıkardım bile diyebilirim. Eğer edebiyatı da böyle kolay sorarlarsa yarın ve herkes yaparsa ağız dolusu küfürler edeceğim sayın yetkililer, haberiniz olsun. NOLUR Bİ TEK BENİM YAPABİLECEĞİM SORULAR SORUN. Lütfen.

Yazıya başlayış amacımı azıcık hatırladım şimdi. Ben yarından itibaren koskocaman bir boşluğun içine düşeceğimden bana tatilde yapılacak üç-beş şey söyleseniz nasıl cici olur diyecektim. Aklımda olan şeyler arasında pilatese başlamak, Leslie Sansone'cığımla ufak yürüyüşler yapmak, bisiklet sürmek ve filmdir, kitaptır, dizidir kültürel şeyler vardı. Lakin bunları azıcık açarak bana tatlı tatlı öneriler verirseniz dünyanın en güzel insanları olursunuz. :)

Sanırım Taksim'e müdahale başlamak üzere. Kaçtım ben.

Edit: 30 biyoloji sorusundan yalnızca bir tanesinin cevabını A buldum ben. Böyle de iyi biyoloji çözerim.

25 May 2013

hayatım bokluklar içinde yüzüyor

Uzun zamandır hayatımın tam olarak neresinde bir eksik olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bir sorun var biliyorum; çünkü hissetmem gereken birtakım duygular varmış, onlar önceden hep benimleymiş ve artık yoklarmış gibi hissediyorum. Aradığım his ne yazık ki bu değil.

Uzun öfke nöbetleri, hayatımı alt üst eden sınav koşuşturmacası, yarınımı ya monotonluğun zirvesinde saniyesi saniyesine bilmem ya da yarınım hakkında hiçbir şey kestirememem hali, küçüklüğüme dair çektiğim anlamsız, sayısız özlem, hep bir pesimistlik, sonunun nereye varacağını kestiremediğim ölüm korkusu, beynimde dolanan iğrenç senaryolar, etrafımda kimse yok'ları oynamam, iyi bir arkadaş, iyi bir insan olamamam...

Geçen yıl yazılı haftalarımdan birinde hayatımda ilk defa bu kadar sıkışmış hissetmiştim kendimi. O kısacık bir hafta sanki asla geçmeyecekmiş, benim ders çalışma zorunluluğum asla bitmeyecekmiş gibiydi. Bitse de o hafta ömrümü öylesine sömürecekti ki, hafta sonuna atılmış adım bana anca aylardan sonra dişlerimi fırçaladığımdaki mutluluğu verebilecekti. Dişlerim çürümüş, üstümdeki o pislik duygusu yıllarca içimde yaşayacakmışçasına işlemiş olacaktı içime. Ya da onun gibi bir şey işte.

Ne anlatmak istediğimi her zamanki gibi bilmeyişimden ötürü özür diliyorum. Sanırım cümlem bozuk oldu; ama baştan okumaya çok üşeniyorum.

İşte söylemeye çalıştığım şey de bu. Üşenen bir insan değildim ben. Nerde yanlışım, yanlışlarımız anlayamamak beni asıl üzen.

Ama birazcık yaklaştım gibi sorunuma. Bir şeyler için sabırsızlanmayışımın üzerinden ne kadar çok zaman geçtiğini fark etmemle rahatladı birazcık kalbim ve ağırlığını zaten yeterince yüklü olan beynime devretti. Bu da bir şeydir dedim. Henüz bir çözüm bulabilmiş değilim veya kendime sabırsızlanamayışımdan dolayı acıyor da değilim; ama hayatımın bu kadar anlamsız olmasına sanırım azıcık içerliyorum. Yani küçüklüğümden beri miniminnacık şeylerle akıl almaz boyutlarda endorfin salgısı yapan beynim, son zamanlarda geometri çözmekten başka işe yaramıyor. Belki beni heyecanlandıran en büyük aktivitemin salı akşamları öbgzk izlemek olduğunu size söylersem derdimi daha iyi anlatmış olurum. Lütfen beni yargılamayın.

Dün kep attık. 12 yıllık okulumdan ayrılıyor oluşum üstteki bilmemkaç paragraftan daha saçma. Her şeye rağmen o güpgüzel geceyi yaşayabildiğim için çok şanslıyım. Bazı şeyleri, bazı iyi şeyleri, hiç hak etmediğimi düşünmek beni yoruyor. Sınavdan sonra geçer diyorlar; ama şöyle acı bir gerçek de var ki ben o sınavlara girmeyi hiç istemiyorum. Hep sınav yılında kalmayı istemekle sınav yılından nefret etmek arasında çok beyinsiz bir Nazlı var.

Belki kendimi balkondan atarsam geçecek.
Her şey bu kadar zahmetli olmak zorunda mı?

24 Nis 2013

biri bana bi şaplak atabilir mi?

i make it too hard.

Hayatım son on sekiz yıldakinden biraz daha farklı ilerlerken ben devamlı yazmayı erteliyorum. Eğer bir şeyleri belgelemezsem belki zaman o günlerin yaşandığının farkına varmaz diye kendimi kandırıyorum. Ama hep aynı umutla bekliyorum. Oturma odamızdaki ters saate baktığımda bir an her şeyin o saatteki gibi geriye gittiğini düşlüyor, yavaş yavaş küçüldüğümü ve düşünmem gereken daha az şeyin olduğunu hayal ediyorum. Bazen de aynı saate bakıyor ve saniyeyi gösteren o ibrenin hareket etmeyi birkaç saniyeliğine unuttuğunu fark ediyorum. Zamanın göreceli olduğuna inanmayan insanları o an yanımda, oturma odamızdaki ters saate bakarken düşlüyorum. Fakat onlar o geç kalışı fark edemeyecek kadar içinde oluyorlar arkasına bakmadan koşan zamanın. Hep hüsrana uğruyorum.

Artık zamandan, büyümekten, her şeyin zorlaşmasından bahsetmemek istiyorum. 'Seneye kalıcam' diye sızlandığım o sınavdan sonraki bir haftayı, tek derdimin ilk yirmi binde olup olamayacağım olduğu o haftayı hatırlıyorum. Sonra sonuçların açıklandığı pazartesi akşamından sonra içimi kaplayan ve nedense bir türlü gitmek bilmeyen o korkuyu hissediyorum içimde. Okulda koridorda oturup trigonometri çözmeye çalışırken aklımın bir anda başka yerlere gitmesini önemsememeye çalışıyorum. Bunlardan, hayatımı acımasızca kaplayan onca korkudan bahsetmemeyi öyle delicesine istiyorum ki, bu aşırı istek daha da korkutuyor beni. Zira sorunun ne denli büyük olduğunun altını çiziyor.

Konuşmaya gerçekten çok ihtiyacım var. Kime, ne anlatacağımı bilmiyor olmak öyle sıkıyor ki canımı. Mutsuz olmamın imkansız olduğu evimde huzursuz dakikalar, saatler geçiriyorum kimi zaman. Öyle çok değişiyorum ki. Üstelik değişen hiçbir şey yokken. Kendimi büyümek kelimesine o kadar çok kaptırdım ki; var olmayan bir şeyi zorla üzerime oturtmaya, kendimi bir an önce büyümeye zorlamaya çalışıyorum. Çok yanılıyorum; ama ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Beni asıl korkutan şeyin o sınavlar silsilesi olmadığını; aksine onların odaklanmamı, kafamı boşaltmamı sağladığını kimseye anlatamıyorum. Anlatsam da garipseniyorum genelde. Aslında herkes anladığını söylüyor beni, ki anlıyorlar belki de. Ama ben kendimi öyle küçültücü bir şekilde büyütüyorum ki gözümde, sanki hissettiklerim psikiyatrik bir vakanın hissettikleriymiş ve ilaçsız bir tedavi olağan dahi değilmiş gibi kuruyorum zihnimde. Öyle çocukluğa inmekle, karşımdakinin beni anladığını söyleyip durmasıyla geçecek bir şey değilmiş sanki.

Diğerleri gibi olmayı sözcüklerle anlatılamayacak ölçüde istiyorum; oysa düzelmeme izin vermeyen kişi de benim. Yalnızlığa tapan, bıraksanız günlerce kimseye ihtiyacı olmayacağını iddia eden ben; birkaç gündür, haftadır, aydır, hatta belki birkaç yıldır yanımda konuşan insanlar istiyorum. Ben, ihtiyacı olan tek şeyin müzik ve kitaplar olduğunu söyleyen, telefonunu açmaktan aciz malum şahıs, son zamanlarda arkadaşlarımı mesajlarımla öyle sık rahatsız ediyorum ki, sanki yalnızlıktan, yalnız kalmaktan tarifsizce korkuyorum. Düzelmek istiyorum deyip aynı şeyleri devamlı tekrar ediyorum. Sahiden, ne yapmam gerektiğini söyleyebilecek birisi olsaydı, ben tüm yükü omuzlarımda tek başıma taşımıyor olsaydım, böyle konuştukça şımarıklığın dibine vuruyormuşum gibi hissetmeseydim eğer, evet, muhtemelen hayat birazcık daha güzel olurdu. Olmaz mıydı?

18 Mar 2013

beyinfree

Dıptıs

İnsanın hiç ağlayası yokken bile o moda sokuyor bazen şarkılar. Geçen hafta mıydı, ondan önceki belki bilmiyorum, bir gün birisi bana çok duygusal olduğumu söyledi. YEMİN EDİYORUM DAHA ÖNCE HİÇ DÜŞÜNMEMİŞTİM. Ben de diyorum ki insan how i met izlerken ağlar mı hiç?

Başlı başına bir oksijen israfıyım; ama bence farkındalık da önemli bir şey.

YEGESE'YE 5 GÜN VAR :((((((((((

Kromozom sayısı canlıların gelişmişliğini belirliyor olsaydı ya da aynı kromozom sayısına sahip canlılar aralarında verimli döl oluşturabiliyor olsalardı maydanozlardan çocuk yapabiliyor olurduk. VE BENCE TANRI İLK OLARAK BUNU DÜŞÜNDÜ. Ama sonrasında aramızdan biri kendisinin insan mı moli balığı mı olduğu konusunda şüpheye düşer ve arkadaşları onunla dalga geçer diye vazgeçti.

Diyorum ki, henüz 18 yaşındayken üç sene öncesini hatırlayıp depresyona girebiliyorsam 80 yaşına geldiğimde ne olacağım?

Siz de üç sene önceki tweetlerinize bakıp böyle bi acayip oluyonuz mu?
Ben de biliyorum olmadığınızı.
Ben de olmuyorum yanlış anlamayın:)))))

Cümle kuramayışımı mazur görün lütfen.
Haftaya bu zamanlar daha rahatlamış bi yazıyla gelicem.

Bi de şans dileseniz hiç fena olmaz.

Sevgiler.

5 Mar 2013

belki bir kez daha yaşarız o günleri / şimdi ya da hiçbir zaman

DIPTIS

Öncelikle, 18'in ölümden korkmak için oldukça erken bir yaş olduğu konusunda anlaşalım. Sonra, ben size bütün gün dershanede olup da hiç ders çalışamadığımı falan itiraf edeyim. Siz de istiyorsanız yargılayın ya da memnuniyetsizlikle suçlayın beni.

Korkuyor olmam çok mu garip inanın bilmiyorum. Hayatımın her ânında her şeyden korkan ve tutarsız bir şekilde çok mutlu yaşayan bir kızım ben. Şimdi düşününce saçma geldiği de oluyor; lakin zannediyorum ki çocukken de böyleydim. Yani bir şeyler hep ters gidecekmiş ve ben çok üzülecekmişim gibi hissederdim. Öyle de olmazdı sanki. Belli de etmemeye çalışırdım belki, inanın hiç bilmiyorum. Hep mi korktum büyümekten, yoksa büyüyünce mi küçükken de korktuğum yalanını uydurup tüm suçu kendime yüklemedim ve paylaştım küçüklüğümle; bunu da bilmiyorum. Son cümleden hiçbir şey anlamadığınızı da biliyorum. Zaten söyleyeceklerimi kafamda kurabiliyor olsaydım, gider konuşurdum birileriyle. Yazarken bile sıkıntı çektiğim anlar oluyor ve şimdiki de onlardan biri. Ne hissettiğimi biliyor olsam daha hızlı hareket edebilecek parmaklarım ve bana da sabah çözmem gereken denememi çözmek için daha çok zaman kalacak. Ama olmuyor işte. Her şey her zaman istediğiniz gibi gidemeyebiliyor.

Sanırım 18'imi doldurduğum gün ateşlendi fitil. Yani önceden de hafif kıvılcımlar varmıştı da o gün her şey olması gerektiği duruma gelmişti gibi. Bundan önce hep korkmaktan korkmuş ve aslında böyle pesimist bir kız olmadığımı, büyüyünce düzeleceğimi falan iddia etmiş ve hep reddetmiştim kendimi. Benliğimin, reddedemeyeceğim şekilde baştan sona pesimizmden oluştuğunu idrak etme günüm işte 18 olduğum gün. Umarım yanılıyorumdur, çünkü sonumun Cahit Sıtkı'nınki gibi olmasını istemiyorum. Resmen gezip eğlenmem, üniversite hayalleri kurmam gereken yaştayım; benim yaptığımsa hep düşünmek. Düşünmekten ne kadar nefret ettiğimi biliyoruz, değil mi?

Her şeyin asıl sorumlusu alışkanlıklar. Suçu kendimden alıp da yüklemediğim bir tek karşımdaki sürahi kaldı. O da pek masum görünüyor, kıyamıyorum kızmaya. Ne diyordum? Alışkanlık. Şimdi hep birlikte güleceğiz söyleyeceğim şeye. Hazır mıyız? Üniversiteye gittiğimde odamı bir daha hiç göremeyecekmişim gibi hissediyorum. Aslında tam olarak böyle değil. Yine ifade edemiyorum kendimi. Sanırım üniversitenin kelime anlamı benim lügatımda 'büyümek'. Bu biraz daha açıklayıcı oldu. Üniversiteyi bitirince, tahminen 5-6 yıl sonra, eve geri dönmeyeceğimi, böyle evlenip bir daha hiç çocuk olamayacağımı falan düşünüyorum. Mazoşizmin doruklarındayım ve söylediklerimin HİÇBİR, evet HİÇBİR mantığı yok. Ama işte düşününce öyle olmuyor. Gülmeyin! GÜLMESENİZE.

Belki de gözümde öcü diye canlandırdığım geleceğin bana öcü olmadığını kanıtlaması gerekiyor. Böylece daha şirin duygular besleyebilirim içimde. Her şeye karşı. Ah, bunun için de zaman gerekiyor ve ben hem beklemekten, hem de zamanın geçmesinden nefret ediyorum. 'Hadi nooğlur şu gün gelsin artık!' diyen insanları HİİİİİÇ samimi bulmuyorum çünkü onlar aslında çok mutlu olan; lakin o gün gelmezse asla mutlu olamayacaklarını düşünen şımarık insanlar. Zamanın geçmesinden gocunmayan insanlar çocukluğun nasıl güzel bir şey olduğunu henüz kavrayamamış insanlardır bence. Henüz diyorum, çünkü eninde sonunda anlayacak ve çok üzülecekler. Noğlur biri bana bunları düşünen tek insanın ben olmadığımı söylesin. Söylesin; çünkü kendimi kralın çıplak olduğunu görüp salak damgası yememek için susan köylüler gibi hissediyorum. Hayır, sanırım hikâyenin mantığını biliyor ve kendimi, biri kendisine salak diyecek diye gerçekleri haykıramayan insana kızan Nazlı gibi hissediyorum.

Bu arada, yalvarıyorum hırsınızdan ölmeyin. O kadar çirkin görünüyorsunuz ki, inanın söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum.

Bir şeylerden emin olmadan, hatta emin olsanız dahi, o şeyi iddia edercesine savunmayın. Çünkü belki birileri o şeyi sizden daha iyi biliyordur. Olabilir ki.

Tartışırken karşınızdakini susturursanız, karşınızdakinin söyleyeceklerinin sizinkilerden daha iyi şeyler olduğunu kabul etmiş olursunuz. Bunu da burda belirteyim de yanlış şeyapılmasın.

Nazlı'dan hayat dersleri başlığımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz sevgili blogseverler. Yayımda ve yapımda emeği geçen herkese teşekkürü bir borç bilirim.

Yalnız sakın yanlışlıkla ders falan çalışmayayım hani.

Babamla bomboş insanlar olarak iddia oynadığımızı söylemiş miydim? Futbol bilgim okul çantamla eşdeğer ama bu bir sorun mu sizce? Bence değil. Zaten en sonunda zengin olacağız ve ben ameliyatla düşünme yetimi aldıracağım. Heyyo.

Gideyim de denememi çözeyim bari.

3 Mar 2013

dıptıs


*Çok acayip arkadaşlarım var.
*Ders çalışmayışımda 4. günümü bitirmiş durumdayım sevgili blogseverler. Nerde alkış? :))))
*Paint'te isimlerimizin üstünü çizmek çok eğlenceliydi!
*Twitter'daki nickimi karalamayıp adımı karalamam nasıl bir beyin özürlü olduğumu zannedersem gözler önüne seriyor.
*Ayrıca ego şirin bi şey lan bence niye öyle demişim ki.

Sevgiler.

17 Şub 2013

aşörtmen


resmen temamı değiştirdim. 

burayı moda bloguna dönüştürmek için önümde hiçbir engel yok artık. 

öhöm.
ilk yayınımı giriyorum çok heyecanlıyım:)) 

lütfen hep eşofman giyin sevgili arkadaşlar çünkü onlar çok rahat. 

eşofmanınız yoksa pijama da işinizi görür ;) 

edit: eşofman mı eşortman mı inanın hiç bilmiyorum. 

edit: napiyim ya eski haline mi getiriyim çok kararsız kaldım HELP ME PILİĞZ :(

Her şey sınavların suçu.

Bazen içimde dışarı çıkmak için sabırsızlanan kocaman bi sevgi patlaması oluyo ama ne yazık ki sevecek birini bulamayıp içimdeki iyi insana piçliğin alâsını yapıyorum. Özümde iyi bi insanım aslında ama gösterecek cesaretim yok. 

YEGESEYE OTUZ ALTI GÜN KALMIŞ.


Sanırım sınavda sonuncu olucam. 


Tebrikler Nazlı soyadımıbiliyomusunuzhehehe; ÖSYM'nin katkılarıyla hazırlanan YEGESE'de 1.889.336 (yazıyla: bir milyon sekiz yüz seksen dokuz bin üç yüz otuz altı) (sayıyla: 1.889.336) aday arasından 1.889.336. (yazıyla: bir milyon sekiz yüz seksen dokuz bin üç yüz otuz altıncı) (sayıyla: 1.889.336.) oldunuz. Başarılarınızın devamını dileriz. 


Bugünün en komik ânını Atatürk Caddesi boyunca Ezgi'nin peşinden 25 kuruş için koştuğum an seçiyorum. WELL DONE THAT MOMENT.


Umarım çok fakir olduğumu fark etmişsinizdir ;)


(Aslında yemin ederim ki beyin özürlü bi kız değilim ama mantıklı bi şeyler yazmaya çalışınca zannediyorum ki anaerobik solunum yapmaya başlıyorum.) LATİNCE BİLİYORUM AYIQS;)))))))))


Beni böyle hatırlamayın lütfen. 

7 Şub 2013

ilk mim ^.^

Makarnam ve ben çok sıkılıyorduk ki, Müziğe Aşık Kız'ın bizi mimlediğini fark ettik. Kendisine teşekkürlerimizi iletirken ilk mim'imizi dolduruyoruz. YUPPİ.

1-Kıyafet konusunda takıntılarınız var mı?
Çok ciddi bir marka takıntım yoktur ama giyimime dikkat etmeye çalışırım. Çoğu zaman üşenir ve salaş takılırım ayrı. Herkesin üstünde olan şeyleri giymekten pek hoşlanmam. UGGlar tamamen bir istisna ve sıcacık tutuyorlar. O yüzden onları çok seviyorum. Genellikle kahverengi giyindiğimi söylüyorlar ve evet, sanırım öyle.  

2-Nefret ettiğiniz huylar ya da nefret ettiğiniz insanlar?
Her şeyi bildiğini zannedip hiçbir şey bilmeyen ve devamlı karşısındakinin sözünü kesen insanlar. 

3-Sizi en net tanımlayan kelime?
Kahkaha.

4-Tek başına bir insan keyif almak için neler yapabilir?
Kitap okuyabilir, dizi ve film izleyebilir, bunlar hakkında yazılar yazabilir. Yalnızken çok mutluyumdur ben.

5-Sizi yazmaktan soğutan olaylar?
Bazen eski yazılarımı okuyup ne kadar gereksiz ve saçma konuştuğumu düşünüyorum. Öyle zamanlarda hiç yazasım gelmiyor. 

6-Burcunuz nedir?
Oğlak.

7-En son okuduğunuz kitap.
Büyük Çekişmeler - Hal Hellman. Şimdi de Zaytung'u okuyorum, sayılır mı?

8-Sizi anlatan, sizinle bütünleşmiş bir söz?
Sadece aptallar ve ölüler düşüncelerini hiç değiştirmezler.

9-Kendinizde en sevdiğiniz özellik?
Yaptığım her şeyi keyif alarak yapabilirim.

10-Kendinizde en sevmediğiniz özellik?
Bazen çok ukala ve çekilmez oluyorum. Sinirlenince kendimi savunamıyorum çünkü ağzımı açarsam ağlayacağımı biliyorum. Bir de çok kolay güveniyorum sanırım.

11-En sevdiğiniz şarkılardan birini tavsiye eder misiniz?
The Fray - How to Save a Life

12-İzlenilesi bir film tavsiye eder misiniz?
Forrest Gump

13-Bulunduğunuz şehirde gitmekten en keyif aldığınız mekan neresi? Hangi şehir?
Pasta Bahçesi olabilir. Ziyapaşa'daki ama. Adana.

14-Hayat kısa ve zaman çabuk geçiyor o zaman....... yapalım? Boşluğu doldur bakalım.
Zamanın geçmemesini sağlayacak bir şey yapalım, zaman makinesi mesela? :)

15-Sana yapılacak en büyük işkence ne olur?

Kağıdın çevrilirken çıkarttığı sese dayanamıyorum. Karşımda kağıtlarla oynamayın lütfen!

Yapmak isteyen herkesi mimliyorum!

6 Şub 2013

yine çekiliş!


Bu hafta katıldığım ikinci (totalde de ikinci oley) çekiliş hayaletkitaplar.blogspot.com 'un ilk çekilişi. Kendisi, blogunu tanıtmak amaçlı bir çekiliş düzenlemek istemiş ve kazanana istediği iki Ahmet Ümit kitabını gönderecekmiş (yine oley).

Ayrıntılar için 

ne diyom acaba


Allahım. 
Şu sınav senesi bitsin, yıllar önce gayet sıradanmış gibi yapabildiğim, ama şu an yapamadığım tonlarca şeyi yapıcam. Yalvarıyorum bitsin Allahım nolur. 
Boşluğu özledim, çok özledim! 
Sabahları uyanıp yatağımda kitap okumayı özledim. 
Oturma odasında battaniyeye sarılıp televizyon izlemeyi özledim.
Eski dizilerin tekrarlarını izlemeyi özledim Allahım mal mıyım neyim.
Kavak Yelleri'ni falan özledim kurtar beni Allahım yalvarıyom.
Sınavlarım bitsin, AMİN deyin, bir bitsin oturup Rugrats izliycem. 
Çılgın Korsan Jack ve 402 Nolu Sınıf'ı izliycem. 
Çok mutlu olucam!
Başka bişey bulamadım. 
Ama bitsin ühühühühüh. 
Şimdi gidip fizik çözücem oley. 

31 Oca 2013

kitap çekilişi!


Blogger'ın mantığı zannedersem bu. İnsanların birbirleriyle kaynaşıp film, kitap, müzik, mekan tavsiyelerinde bulundukları ve birbirlerine hediyeler gönderdikleri bir yer burası! Benim yaptığımsa sürekli bir şeylerden şikayet etmek. Birincisinin daha eğlenceli olduğuna kanaat getirdim ve Ahududu Tadında Cümleler'in ilk çekilişine (benim de ilk çekilişim yuppi) katıldım. 

Ayrıntılar için;

ygs günlükleri

YGS'ye 50 gün kalmış; ama ben o kadar işsizim ki şimdi size sınav yılının standart hayatımı standartlıktan nasıl uzaklaştırdığından bahsedeceğim. 

Öncelikle en büyük hobisi odasında mal mal oturup o dizi senin şu film benim izlemek olan; akabinde kitaplığını düzenlemek olsun, kıyafetlerini dolabından çıkarıp katlayıp geri yerlerine koymak filan olsun mantık dışı işlevlerle arasında amaçsız bağlar bulunan garip insan ben için hayatımı sıralarda oturarak geçirmeye çalışmak gerçekten zor oldu. Uzun cümleler, okunması en sıkıcı olan ve beni henüz ortasına bile gelememişken germeye başlayan en sıkıcı cümle türü aslında; lakin neden nokta kullanmayı hiç adet edinemediğimi bilmiyorum. 

Neyse. 

Plan, düzen ve çalışma; yapılması imkansız olmayan şeyler benim için. Lügatımda çok bulundurmasam da, yani aslında sorumluluklardan çok hoşlanmasam da, hayatımın her karesinde şu üç kelimenin önemli bir yeri var. Şu seneyle ilgili bir şey değil ama. Yaptığım en küçük, en gereksiz işi bile ince eleyip sık dokuyarak yapmaya alışmışım anlamsız bir şekilde. İzlediğim dizileri baştan sona kaç kez izlediğimi biliyor olsaydınız, bir işte uzmanlaşmanın benim için ne demek olduğunu bilebilirdiniz. Yaptığım şeye değer verip vermememle hiç alakalı olmayan bir şekilde, yaptığım her şeyi, ama gerçekten her şeyi, geri dönüp bakma ihtiyacı hissetmeyeceğim biçimde mükemmel sıfatına uygun olarak yapmam gerekiyor. Ve inanın, bu hiç de iyi bir şey değil. Çünkü okuduğum kitapların bile öyle kusursuz okunması gerekiyor ki benim hayatımda, ilerde kendime 'ya şunun sonu nasıldı?' diye sorduğumda bir cevap verebileyim. Yaptığım her şey bir görevmiş gibi, günlerim de bana değil, yapmam gerekenlere aitmiş gibi yaşamaya alışık olduğumdan; kendimi son zamanlarda içinde bulduğum ortam çok karmaşıkmış ya da sıradışı, bambaşka bir şeymiş gibi hissetmedim ben hiç. Ne yapıyorsam iyi yapmaya çalışıyorum sadece. Bu da uzun vadede çok yoruyor beni.

Yazmaya başlayınca ne yazacağımı unutuyorum hep. Başka başka şeylerden bahsetmeye başlıyorum. Ne diyordum? Sınav yılının değiştirdikleri. Günlük yazamıyorum artık. Zamanımın benim olmayışının başıma getirdiği en felaket şey zannedersem bu. Yani evet, her türlü karalıyorum, ediyorum ama; 'anılar eşittir her şey' felsefesiyle yaşayan biri için yaşadıklarını unutuyor olmak, daha doğrusu gönül rahatlığıyla unutamıyor olmak hiç de çekilir işkence değil. Demek istediğim, lise yıllarımı ömrüm boyunca aklımda tutmak zorunda değilim. Çünkü başıma ne gelirse gelsin, etrafımda o günleri konuşabileceğim kimse kalmasın mesela, 'şu neydi, kimdi, ne zamandı?' diye düşünüp muhtemel olarak kafayı yemek yerine elime defterimi alıp tek başıma gülebilirim. İstediğim her şeyi istediğim gibi unutabilirim. Ama şimdi üzerimde zaten yeterince büyük yükler varken bir de yazamadıklarımı unutmamaya çalışarak geçiriyorum haftalarımı. Şimdi yazarken o kadar gerizekalı, amaçsız ve moron hissediyorum ki kendimi, 'gören de harikulade bir hayatın var zannedecek' deyip içten içe de küfrediyorum kendime. 

Yine konuyu kaçırdım. Sabah fark ettim ki, spor yapmayalı, ne bileyim böyle koşmayalı, basketbol, tenis filan oynamayalı, bisiklet sürmeyeli epey bir zaman olmuş. Gittikçe daha da hantallaştığımı fark ettim, ayak uçlarıma zorlukla dokunabildim sonra. Ama hemen suçu kendimden alıp spor yapılacak havanın olmayışına attım. O kadar boşum ki şu sıralar, yapmadıklarımı anlatmaya başlayana kadar farkında bile değildim. Hayır, üstelik zor şeyler de değiller. Şunu yazmakla harcadığım bir saati dışarıda yürüyerek, kitap okuyarak ya da keman çalarak geçirebilirdim. Mazeret bulmada böyle iyi olduğumun farkında da değildim.

En sıkıntılı noktalardan birisi, nasıl yediğimin belli olmayışı. Üç kişilik yemek yiyor oluşum bir yana, bu kadar sağlıksız beslendiğim bir başka dönem hatırlamıyorum 18 yılımda. Hayatımda ilk defa kilo alıyorum galiba. Asıl can yakıcı noktaysa, bunu bugün, aynada taytıma bakarken fark etmemdi. Basen yapmışım lan nasıl olabilir böyle bir şey! 

Haftalardır, özellikle okulların kapanmak üzere olduğu dönemde, her gün bir yerlere yetişmek için koştuğumu hatırladım şimdi de. Resmen mütemadiyen bir yerlere yetişme çabasındaydım; buna rağmen hâlâ nasıl kilo alabiliyorum aklım almıyor. Çok acil toparlanmam lazım; çünkü her şey bir yana; bunlarla uğraşacak, buınları kafama takacak halim yok.

Ağustostan beri kabusum olan, sınav yılı yaşadığım en korkunç şeyse her sabah 07.15'te çalan alarmım. Gerçekten. Uyumayı seven bir kişiliğe sahip bile olmayan beni uykuya bu kadar muhtaç yapan eğitim sistemini skiyim. (Burada gülüyorum.) 

Kendime dipnot: Tercihlerden sonra üniversiteye yerleşip; çamaşır yıkamak olsun, karın doyurmak olsun, temizlik olsun, sınav yılı sorumluluğu x100 olsun; gibi gerçeklerle yüzleşmeye başlayınca bugünleri arayacak ve 'neden bitti o günler ühühühü' diye zırlayacaksın sevgili Nazlı. Tambirgerizekalısın.

İyi haberse cumartesi sabahı Antalya'ya uçuyor oluşum. Hehe. 
Kötü haberse cumartesi sabahı 8'de kalkan uçağım.

Neyse.

15 Oca 2013

"düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz"

*şarkı*

Bu kadar değişiklik, bunca tanıdık olmayan his ve ne hissetmem gerektiğini kestirememem hali...
Bir hafta için, benim için, çok fazla. 

*

İnsanların beni üzmelerinin üzerinden çok kısa bir zaman geçmişken, Tanrı'nın birden o insanlara dünyanın en büyük hediyesini vermesi kendimi sorgulamam gerektiğini mi gösteriyor yani? 

*

Başkalarının mutluluklarını kıskanan biri değilim ben. 
Ama olsaydım, 
tam sırasıydı!

*

"Her şeyden biraz kalır diyor birileri, çoğulluk haklılıktır. 
Kavanozda biraz kahve, kutuda biraz ekmek, insanda biraz acı."

12 Oca 2013

mutsuz olmayı hak edebilmek

'Artık mutsuzum demiyorum, çünkü mutsuz olmaya benden daha çok ihtiyacı olan insanlar var' temalı günüm kocaman bir kahvaltıyla başlamıştı -ki inkar da etsem büyük kahvaltıları çok severim-. Akşam oldu ve ben çok büyük bir hata yaptığımı fark ettim. 4 buçuk ay gecikmeli olarak. Şu an mutsuz olduğumu söylemeye hakkım var mı bilmiyorum. Ama diğerlerinin mutsuz olmaları gerektiğini çok iyi biliyorum. Diğer insanlar üzerinden prim yapabilmenin ne kadar acizce bir şey olduğunu biliyorum. Azıcık daha açıkgözlü ve akıllı olsaydım başıma bunların gelmeyebileceğini biliyorum. Kırdığım insanlar var, başkalarının sözlerine inanarak kırdığım insanlar var ve aslında o başkalarına mı, kendime mi daha çok kızgınım kestiremiyorum. İnsanlara asla tam anlamıyla güvenmemem gerektiğini öğrendim bugün ve hayat tecrübesi kazanmak ya da olgunlaşmak için çok küçük olduğumu. Her şeyin para demek olmadığını ve dürüstlüğün önemli bir şey olduğunu bildiğim için ötekilerden daha iyi şeyler hak ediyorum bence; ama günün sonunda üzülen yine ben oldum ve açıkça söylemek gerekirse tam bir aptalım. Sanırım asla büyüyemeyeceğim. Ama yarın 4 buçuk ay gecikmeli olarak son kez suçlayacağım kendimi. Belki daha iyi hissederim. Ayrıca hâlâ mutsuzum demeyi hak edecek kadar mutsuz değilim.

 
people make you happier tagi altında paylaştığım işbu girdi de yalan oldu. gerçekten nasıl bu kadar saf olabiliyorum?

11 Oca 2013

sanırım artık bir kalbim var!

İnsanların dertleri canımı nasıl yakıyor bir bilseniz. Ne kadar yakın olduğumuzun, karşılıklı neleri konuşabilip birbirimize ne derece güvendiğimizin hiç önemi yok. Sıkıntılar, üzüntüler canımı feci halde sıkıyor. Kendi dertlerimi unutturacak şekilde hem de. İNSAN SEVMİYORUM BEN diye ortalıkta narsistçe dolaşmamdaki asıl neden bu sanırım. O kadar duygusal ve güçsüzüm ki, insanlardan uzak durursam, mesela bir tost makinesi ya da bir parfüm şişesi olursam, düşünemezsem, her şey daha kolay olurmuş gibi hissediyorum. 

Düşünebilmek öyle büyük bir ceza ki insana verilen. Felsefe kitaplarında bahsedilen, yaratılmışların en şereflisi olan insan tanımı öyle yabancı geliyor ki bana. Bir kanguru olsak hep birlikte ve yalnızca içgüdülerimiz olsa bizleri harekete geçiren; mesela asla kurnazlık yapamasak, insanlara yağ çekemesek veya egolarımızı bir kenara atabilsek, işte o zaman şerefli sıfatına yakışabilirmişiz gibi geliyor. Nasıl şerefsiziz yoksa hep beraber! 

Neden 'deli gibi gülmek' diye bir deyim vardır, hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm. Sanırım bu yüzden mutsuzum. 


Aslında bugünün sonunda senfoniye gittim. Popim tavan.
En son yediğim şey de çikolatalı sufle.
Şu yazıyı yazabiliyorsam eğer ve
yatağımda bütün gece dönüp durmayacaksam tek nedeni
şu ikisi. Onlara kocaman teşekkür!
Karşımda üzgün birileri olunca yazacak tonlarca şey beliriyor kafamda. Hiçbirini söyleyemiyorum, insanlara samimiyet gösteremiyorum, oysa o kadar büyük bir kalbim oluyor ki bazen (normalde nasıl kalpsizimdir hem de), ben bile şaşırıyorum. İnsanlara sarılamıyorum. 'Üzülme' diyemiyorum. Empati kuramıyorum, o ne demek onu bile bilmiyorum. Hiç çözümüm olmuyor. Onun yerindeki ben olsaydım ne söylenmesini, nasıl moral verilmesini isterdim kendime, kestiremiyorum. Yalnız mı olmak isterdim, insanlara ihtiyacım olur muydu? Ağlamak mı isterdim, sıkmak mı kendimi? Hiçbir şey düşünemiyorum, aklım kalıyor sonra, 'keşke şöyle yapsaydım, şunu deseydim' diyorum, hep geç oluyor. 


Asla iyi bir arkadaş olamadım ben. Sohbetinden zevk alınacak ya da zor zamanlarda telefon edilecek kişi de değilim. Ne halt edip de nefes aldığımı kimse açıklamıyor bana. Ötekilerden daha mı yerlerdeyim? Canım çok sıkkın çünkü hiç hak etmediği halde mutsuz olan tonlarca insan var. Diğerlerinin mutluluğuyla hayatında gökkuşakları çizebilen o basit, güneş açtı diye sevinebilen embesil optimist insanlardan mı oldum ben de? Bunu yazarken de gülüyorum çünkü gerçekte tam da o insan olduğumu nasıl biliyorum! Sabah çok mutsuz uyandım, sanırım her şey bu yüzden. 

Dünya azıcık daha iyi bir yer olsa ya? 

3 Oca 2013

18



Çok klişeyim. 

Bugün aldığım en güzel hediyenin, bugünün doğum günüm olduğunu bile bilmeyen birinden gelmiş olması; hayatın bana sevimli görünmeye çalışarak 'SEV BENİ SEV BENİ' diye şapşal şapşal bağırması değil mi sizce de?

2 Oca 2013

buraya reşitizm yaziyim de tüm emeklerim boşa gitsin

ŞARKILI.

18 oluşuma 24 saatten az zamanın kaldığı şu saniye, şuraya bir küçüklük videomu koyup üstüne de bir damar şarkı basıp saatlerce bilgisayarın karşısında ağlayabilirim. Ama yapmiycam, çünkü türev çalışmam gerekiyor. 

Lise 1'in bittiği yaz, ben tabii hâlâ büyümekten deli gibi korkan küçük kızken, babam 'büyüdükçe daha hızlı geçer zaman' demişti. O an, 15 yaşındayken, korktuğum her şeyden misliyle korkmaya başlamıştım. Bunu birisi bana ben 4 yaşındayken söylese de aynı şekilde korkardım. Kendimi tanıdığım tek nokta zannedersem bu. Hep korkuyorum. 

Hiç dürüst olamadım ben. Bu konularda hatta, hiç. Zaman geçtikçe olgunlaşacağıma, günü geldiğinde gerçekten büyüyeceğime inanmıştım. Sanırım henüz zamanı gelmemiş. Bir gün gelecek mi, ondan da emin değilim. 

Yılbaşlarının güzel ve kahkahadan uzak, tebessümlerle geçmesi gerekir. Sevdiklerinizin yanında, huzurlu ve bildiğiniz yerde girmelisinizdir yeni yıla. Gece yatağınıza, kendi yatağınıza, yattığınızda hiç tereddüt etmeden deliksizce uyuyabilmelisinizdir. Evimi inanılmaz derece sevmemden mi, 2013'ün 3. gününde reşit olacak olmamdan mı bilmiyorum; ama bu yılbaşını dışarıda geçirmekten de huzursuz oldum. Geçirdikten sonra. Çünkü 31 Aralık akşamı çok eğlenmekle meşguldüm. Eğlence ve huzur kelimelerinin birbirine yakın kelimeler olmayışı çok can sıkıcı. 

Sihirli Annem Yılbaşı Özel bölümünün olduğu yılbaşı akşamları çok yabancı şimdi bana. Her şeyin bu kadar değişebilmiş olması ve zamanın bu acımasızlığı canımı çok yakıyor. Defne'nin ölmüş olması çok komik geliyor. Artık çocuk olmayışım kahkaha atma isteği uyandırıyor içimde. Gariptir ki aynı anda da hıçkırarak ağlamak istiyorum. 

Kendime verdiğim sözleri unutuyorum. Kendime öyle çok kızıyorum ki. Büyüdükçe daha mantıklı davranabilmem gerekiyor. Oysa 15 yaşındaki Nazlı benden yıllarca daha büyüktü. Bana, öyle büyük bir olgunlukla 'her şey düzelecek. sen yaşadığın anların kıymetini bilmeyi öğrenirsen her şey eskisinden de güzel olacak.' demişti ki, ve dediği her şey de gerçekten çıkmıştı ki, şu an saygı duyduğum o insan ben miyim, değil miyim, anlayamıyorum. Bir zamanlarki o iyimser Nazlı'ya ihanet ettiğim için kendime çok kızıyorum. O da çok korkuyordu, hep korkmuştu belki ama umut etmeyi de hiç bırakmamıştı ki. 'Geleceğinden tereddüt ettiğin an hayatın ipinin ucunu elinden kaçırırsın ve sonrasında bugünlere bakıp kıymet bilmediğin için pişman olursun' demişti. Veya diyememişti; ama sanırım ben anlamıştım. İnanmış mıydım bilmiyorum, yine de bir süre böyle yaşamıştım. Ve hayatımın en güzel günleri olarak nitelediğim günleri o zamanlar yaşamıştım ben. Her şey daha kolay değildi. Çok da zordu belki. Sıfırdan başlayıp ümit etmek zordu, ki ben zoru başarmıştım. Ya da eski Nazlı işte, her kimse. Şimdi burda olsaydı, umarım gelmesi uzun zaman almaz, muhtemelen 'yeniden iyimser olmak için başına kötü şeylerin gelmesini bekleme. dua ederken kendini daha iyi hissediyordun, bununla başlayabilirsin belki. büyümek özgürlük ve sorumluluk getirir. biliyorum ki yeterince özgür olduğunu düşünüyorsun ve sorumluluklardan da nefret ediyorsun, ama 2013'e de bir şans vermelisin. belki senin göremediğin şeyleri görür ve hayatının en mutlu günleri olduğunu söylediğin yeni bir zaman dilimi çıkar karşına. sen yeter ki ânı yaşamayı öğren ve geçmişe saplanıp kalma.' derdi. Veya demezdi. Ben mi söyledim bunları yoksa o mu? 

Türev çalışmaktan vazgeçtim. 

*

18'ime biyoloji dersinde girecek olduğum gerçeğini bir türlü hazmedemiyorum. 

*

YGS başvuruları başladı ve ben televizyonda YGS ve kayıtlarla ilgili bilgi veren haberleri izleyip mazoşizmde sınır tanımıyorum. 

*

Yeni yılın en iyi yanı yılbaşı hediyeleri ve yepyeni, cicili takvimlerdi! Bunun yanında ajandamdan ve eski takvimlerimden ayrılmak zorunda kalacağım için üzgündüm.

*

Sanırım az önce büyüdüm.